Geri Dön

The role of oxidative stress factors in the pathophysiology of Ocular Rosacea, analysis of tears and other materials

Oküler Rosacea patofizyolojisinde oksidatif stres faktörlerinin rolü, gözyaşı ve diğer materyallerin analizi

  1. Tez No: 846274
  2. Yazar: NİLÜFER YEŞİLIRMAK
  3. Danışmanlar: PROF. DR. NESLİHAN BUKAN, PROF. DR. JEAN-LOUIS BOURGES
  4. Tez Türü: Doktora
  5. Konular: Biyokimya, Biochemistry
  6. Anahtar Kelimeler: Belirtilmemiş.
  7. Yıl: 2023
  8. Dil: İngilizce
  9. Üniversite: Gazi Üniversitesi
  10. Enstitü: Sağlık Bilimleri Enstitüsü
  11. Ana Bilim Dalı: Tıbbi Biyokimya Ana Bilim Dalı
  12. Bilim Dalı: Belirtilmemiş.
  13. Sayfa Sayısı: 112

Özet

Rosacea, kızarıklık, papüller, püstüller, telenjiektaziler ve oküler belirtilerle karakterize, ağırlıklı olarak yüz bölgesinde görülen yaygın bir kronik inflamatuar hastalıktır. Nüfusun yaklaşık %10'unu etkiler ve güneşe duyarlı açık tenlilerde daha büyük risk taşır. Rozaseanın etiyolojisi bilinmemekle birlikte patofizyolojisinde inflamatuar, doğuştan gelen immün yanıtın düzensizliği, vasküler ve nöronal sistemlerin bozukluğu, genetik yatkınlık, ultraviyole (UV) ışınları, radyasyon, Demodex kolonizasyonu, mikrobiyal uyaranlar ve oksidatif stres rol oynamaktadır. Rozasea klinik görünümüne göre eritematotelenjiektatik, papülopüstüler, fimatöz ve oküler olmak üzere 4 tipe ayrılmaktadır. Eritematotelenjiektatik tipin %62,2 sıklık oranıyla en sık görülen tip olup görünür telanjiektatik damarlar olsun ya da olmasın, orta yüzün kalıcı olarak kızarması ile kendini gösterir. Bir sonraki en yaygın alt tip olan papülopüstüler tip yüzün ortasında veya burun, göz veya ağız çevresinde veya her ikisinin çevresinde papüller veya püstüller ile kendini gösterir. Çoğunlukla eritematotelenjiektatik görünüm ile birlikte ortaya çıkar. Fimatöz tip ise rinofimanın gelişmesi ve yüz derisinin kalınlaşmasıyla kendini gösterir. Bu alt tip daha nadirdir ve çoğunlukla erkeklerde görülür. Oküler rosacea (OR) alt tipi, toplam rosacea popülasyonunun %50'sinden fazlasında görülen, özellikle göz kapakları, konjonktiva ve korneayı tutan kronik, ilerleyici bir göz hastalığıdır. Meibomian bezlerinin fonksiyon bozukluğu ve gözün tüm yüzeyinin ve ön duvarının kronik inflamasyonu ile karakterizedir. Ciddi vakalarda kornea hasarı, korneanın şeffaflığını ve bütünlüğünü tehlikeye atar ve görme bozukluğuna yol açabilir. Hastaların yaklaşık %20'sinde göz bulgularının deri belirtilerinden önce görülmesi nedeniyle tanı geç konur. Deri rosaceasından biraz farklı olarak OR görülme sıklığının her iki cinsiyette eşit olduğu ve yaşla birlikte arttığı gösterilmiştir. Literatürde OR yaş aralığı 51-60 yaş olarak bildirilse de daha erken yaşlarda görüldüğünü gösteren çalışmalar da mevcuttur. Ayrıca pediatrik rosacea da mevcuttur ve bu olgularda hafif deri bulguları ya da deri bulgularının olmaması nedeniyle oküler bulgular gözden kaçabilmektedir. Bu nedenle pediatrik rozaseada daha fazla oküler komplikasyon nedeniyle tanı sıklıkla gecikmektedir. OR'li hastaların %15-30'unda aile öyküsü mevcut olabilir, bu nedenle aile öyküsünden şüphelenilen çocukların yakından takip edilmesi gerekir. OR'nin etyopatogenetik mekanizmaları henüz tam olarak açıklanamamıştır, ancak doğuştan gelen ve kazanılmış bağışıklık yanıtının düzensizliği, inflamatuar süreçler, anormal nörovasküler düzenleme, genetik yatkınlık, çevresel faktörler ve oksidatif stres öne sürülmektedir. Rosacea'da bağışıklık yanıtının temel özelliklerinden biri, enfeksiyonlara karşı ilk savunma hattından sorumlu olan doğuştan gelen bağışıklık sisteminin aktivasyonudur. Bunu, enfeksiyon ajanlarına karşı spesifik antikorların üretimini ve hafıza T hücrelerinin gelişimini içeren adaptif bağışıklık yanıtının aktivasyonu takip eder. Doğuştan gelen bağışıklık sisteminin bir parçası olarak, kornea, limbus ve kornea yüzeyinde fiziksel ve kimyasal uyaranları veya mikrobiyal patojenleri tanıyan toll benzeri reseptörlerin (TLR'ler), özellikle TLR-2 ve TLR-4'ün ekspresyonu kaskadın anahtar noktasındadır. TLR-2 ve Kazal tipi lenfoepitelyal inhibitör tarafından aktive edilen Kallikrein ile ilişkili peptidaz 5 (KLK-5) ve aktive edilen LL-37, rosacea patofizyolojisinde önemli bir rol oynamaktadır. Rosacea hastalarının kirpiklerinde tespit edilebilen Demodex folliculorum'un TLR-2 yoluyla KLK5 aktivasyonunu uyararak rosacea etyopatogenezine katkıda bulunduğu düşünülmektedir. Aslında Demodex parazitinin, Bacillus olenorium gibi mikroorganizmaların aktivitesi için bir vektör görevi görebileceğini, bunun da rosaceada inflamatuar yanıtı tetikleyen antijenik proteinlerin üretimini ve TLR-2'nin uyarılmasını artırabileceğini gösteren çalışmalar vardır. Rozase hastalarında tipik eritem, kızarma ve telenjiektazi patogenezi, katelisidinlerin artmasıyla açıklanabilir. Vasküler endotelyal değişikliklere ve anjiyogeneze neden olan vasküler endotelyal büyüme faktörü düzeyleri LL-37 aktivasyonunun, IL-6 ve Matrix Metalloproteinaz-9 (MMP-9) salınımını artırarak telanjiektazi, eritem ve inflamasyonda rol oynadığı gösterilmiştir. Son zamanlarda oküler rosacealı hastaların konjonktivasında LL-37 gen ekspresyonunun arttığı ve gözyaşlarında β-defensin seviyelerinin arttığı gösterilmiş ancak LL-37'nin doğrudan OR'yi indükleyip tetiklemediği belirlenememiştir. İmmün aracılı inflamatuar yolların aktivasyonu, rosacea etyopatogenezinde önemli gibi görünmektedir ve mast hücreleri ve makrofajlar gibi çeşitli hücre tiplerinin koordineli aktivitesini ve interlökin-6 (IL-6), 1β, IL-18 veya tümör nekroz faktörü-alfa (TNF-a) gibi proinflamatuar medyatörlerin salınmasını içerir. Çalışmalar oküler rosacea hastalarının gözyaşlarında IL-1α, IL-1β, IL-16, TNF-α, monosit kemoatraktan protein-1, MMP-8 ve MMP-9 seviyelerinin arttığını göstermiştir. Ayrıca şiddetli oküler rosacealı hastalarda IL-1 tarafından üretimi ve aktivasyonu arttırılan MMP'ler, göz kapağı ve oküler yüzey tahrişine, epitelyal defektlere, korneal ülserlere ve korneal neovaskülarizasyona katkıda bulunur. Ayrıca gözyaşı filmi tabakasında artan IL-1, gözyaşı drenaj sisteminde ödeme neden olabilir, gözyaşı drenaj hızını azaltabilir ve konjonktival epitelyal dejenerasyonu tetikleyebilir. İnterferon alfanın (IFN-α) interselüler adezyon molekülü-1 (ICAM-1) ve insan lökosit antijeni (HLA)-DR gibi inflamatuar belirteçlerde artışa neden olarak rosacea hastalarında oküler yüzey inflamasyonunda da etkili olabileceği bilinmektedir. Öte yandan, OR hastalarından alınan biyopsilerde monositler tarafından uyarılan IFN-γ'nın artan konsantrasyonlarda olduğu bulunmuştur. Mast hücreleri de rosaceanın tüm evrelerinde merkezi bir rol oynayabilir ve erken evrelerde nörojenik uyarıya sekonder histamin salınımı ile fibrozise ve kalıcı damar hasarlarına kadar neden olabilir. Mast hücreleri bu etkileri vazodilatasyonu ve anjiyogenezi artırarak gösterir. Bu yoldaki vazodilatasyon ve anjiyogeneze, proteinazları, histamini ve heparini uyararak vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF) ve fibroblast büyüme faktörü (FGF) gibi çeşitli proanjiyogenik moleküller aracılık eder. Mast hücrelerinin degranülasyonu, nöropeptitler ve nörojenik inflamasyon yoluna katkıda bulunan sempatik innervasyon yoluyla aktive edilir. Rozaseada antimikrobiyal peptitler arasında S100 protein grubu dikkat çekmektedir. Plazmasitoid dendritik hücreler tarafından üretilen antimikrobiyal peptid Koebnericinin (S100A15), Endoplazmik retikulum stresini (TLR-2 ekspresyonunu artırarak LL-37 aracılı inflamasyon) ve ADAMDEC1 tarafından kodlanan desisin1'i arttırdığı gösterilmiştir. Oküler rosaceada S100A9, LL37 ve siRNA tarafından düzenlenerek merkezi bir rol oynuyor gibi görünmektedir. S100A8 ve S100A9 seviyeleri, meibomian bezi fonksiyon bozukluğunun ciddiyeti ile körele bulunmuştur. Rosacea patofizyolojisinde edinsel immün yanıt hakkında çok az şey bilinmesine rağmen, hastaların cildindeki kıl folikülleri çevresinde ve perivasküler bölgede çok yüksek düzeyde CD4(+) T hücreleri gözlemlenmiştir. Ayrıca rosacea hastalarının cilt biyopsilerinde bir B hücresi belirteci olan CD20'nin ekspresyon seviyesindeki anlamlı artışla da gösterilmiştir. Öte yandan, rosaceadaki adaptif bağışıklık tepkisinin, derinin yaygın bir sakini olan Demodex akarına karşı anormal bir bağışıklık sistemi tepkisiyle bağlantılı olabileceği öne sürülmüştür. Rosacea'lı bireylerde bağışıklık sistemi Demodex'in varlığına anormal şekilde tepki verebilir, bu da kronik inflamasyona ve rosacea semptomlarının gelişmesine yol açabilir. Demodex'in interlökin-8 ve TNF-a gibi inflamatuar faktörlerin salgılanmasını, TLR ekspresyonunu ve bağışıklık hücresi göçünü modüle edebildiğini göstermiştir. OR hastalarında ayrıca karakteristik olarak göz kapağı kenarında Demodex yoğunluğu artmıştır. Ancak Demodex oküler inflamasyonun mekanizması karmaşıktır. Kirpik folikülleri ve meibomian bezleri içindeki Demodex istilasına karşı bir bağışıklık tepkisinin de kronik göz kapağı ve meibomian bezi iltihabına ve fonksiyon bozukluğuna katkıda bulunduğu görülmektedir. Demodex, meibomian bezlerini fiziksel olarak bloke ederek kademeli bir glandüler inflamasyona, şalazyona ve gözyaşı lipid eksikliğine neden olabilir. Ayrıca korneada keratokonjonktivit, korneal neovaskülarizasyon, filiktenül benzeri lezyonlar, korneal opaklaşma ve nodüler skarlara neden olabileceği gösterilmiştir. Rosacea gelişiminde öne sürülen temel mekanizmalar arasında Demodex'in, matris metaloproteinaz (MMP) ekspresyonunu uyaran proteinler üreten bakteriler için bir vektör olarak rolü yer almaktadır. Ayrıca, göz kapağı kenarı florasında bulunan Staphylococcus epidermidis ve Propionibacterium aknes gibi bazı bakteriler, sterol esterlerini ve balmumunu hidrolize ederek lipit bazlı meibum üzerinde etki gösteren, kolesteril esteraz, trigliserit lipaz ve yağlı mum esterazı dahil olmak üzere çeşitli lipolitik ekzoenzimler üretir. Böylece gliseritler ve serbest yağ asitleri artar ve oküler yüzeyde toksik etki ortaya çıkar. Bu süreç aynı zamanda meibumun çözünürlüğünü de değiştirerek kalınlaşmasına neden olur. Yetersiz ve katılaşmış meibum, gözyaşı filminin lipit tabakasının işlev bozukluğuna neden olur, bu da aközün daha hızlı buharlaşmasına, gözyaşı ozmolaritesinin artmasına ve inflamatuar kaskadın uyarılmasına yol açar. Kronik inflamasyon, meibomian bezlerinin atrofisine neden olur ve meibum üretimini azaltır. Duyusal ve otonomik sinirler vasküler dinamiklerin kontrolünde önemli bir rol oynarlar. Rozaseada nörovasküler düzensizlik patogenezde özellikle hastalığın başlangıç döneminde etkisini göstermektedir. Özellikle deri rosaceasının patogenezinde rol oynayan ultraviyole (UV), sıcak, soğuk, sıcaklık ve stres gibi çevresel faktörlere bağlı olarak iyon kanalları, seçici olmayan bir katyon kanalı olan geçici reseptör potansiyeli (TRP) tarafından aktive edilir. Duyusal sinirler, mast hücreleri, dendritik hücreler, endotel hücreleri ve keratinositler gibi hücrelerde bulunabilir. Daha sonra substans P ve kalsitonin gen peptidi, hipofiz adenilat siklaz aktivatör polipeptidi ve vazoaktif bağırsak peptidi gibi vazoaktif nöropeptitlerin salınımı meydana gelir. Ayrıca bu süreçte mast hücreleriyle birlikte serotonin reseptörü 3A, sinir büyüme faktörü-β, adrenomedullin 2, katelisidin, histamin reseptörleri 2 ve 3'ün up-regülasyonu söz konusudur . Sonuç olarak vazodilatasyon ve ardından kızarma ve eritem meydana gelir. Bazı çevresel faktörlerin, her hastada farklı olmakla birlikte, hem deri hem de OR semptomları tetiklediği bilinmekte ve patogenezde de rol oynadıkları düşünülmektedir. Bu faktörler; güneş ışığı, rüzgar, aşırı sıcak, soğuk, baharatlı yiyecekler, alkol, sigara, ağır egzersiz, sıcak banyolar, stres, duygusal faktörler (öfke, utanç gibi), menopoz ve kan damarlarını genişleten ilaçlardır. Özellikle UV ışığına maruz kalma, rosaceadaki kronik inflamatuar değişikliklerle (MMP-1, VEGF ve FGF2 gibi anjiyojenik faktörlerin düzenlenmesi gibi) ilişkilendirilmiştir. UV'ye maruz kalma ayrıca reaktif oksijen türlerinin (ROS) üretiminde bir artışa neden olarak inflamatuar yanıta da katkıda bulunabilir. Ayrıca UV'ye maruz kalan rosacea hastalarında antioksidan enzimlerin aktivitesinde azalma olduğu gösterilmiştir. Bunun dışında UV'ye maruz kalma aynı zamanda endoplazmik retikulum (ER) stresine de neden olabilir ve bu da doğuştan gelen bağışıklık yanıtına neden olabilir. OR'da gözde kuruluk, kırmızılık, yanma, yabancı cisim hissi, güneş ışığına duyarlılık, şişlik ve bulanık görüş bulguları görülebilmektedir. OR'nin bu semptomları çeşitli tetikleyiciler tarafından ağırlaştırılabilir, bunlar; güneş ışığı, rüzgar, alerjenler (polen, toz ve evcil hayvan tüyü gibi), bazı çevresel faktörler (örneğin sıcaklık, nem ve atmosfer basıncındaki değişiklikler), stres, alkol, göz yorgunluğu, bazı cilt bakımı ve kozmetiklerdir (göz makyajı ve göz kremleri gibi). Göz semptomlarının cilt semptomları olmadan da ortaya çıkabileceğini ve bazı kişilerde rosaceanın ilk belirtisi olabileceğini unutmamak önemlidir. Öte yandan oküler rosaceaya çoğunlukla cilt tutulumu eşlik ettiğinden cilt belirtilerinin bilinmesi tanıya yön verecektir. Özellikle yüzde olmak üzere çeşitli cilt semptomlarına neden olur ve en yaygın cilt semptomları yüzde kızarıklık, belirgin kan damarları, sivilce benzeri şişlikler, deride kalınlaşma, yanma, batma, pullanma ve hassasiyettir. OR'de olduğu gibi, cilt tutulumunun da semptomları kötüleştirebilecek tetikleyicileri ve belirli faktörleri vardır ve bunlar kişiden kişiye değişir, ancak bazı ortak faktörler şunları içerir; güneş ışığına maruz kalma, sıcak hava, sıcak içecekler ve ısıya maruz kalma saunalar, baharatlı yiyecekler, alkol (özellikle kırmızı şarap), duygusal stres, yoğun fiziksel aktivite, bazı cilt bakım ürünleri (özellikle alkol, parfüm veya sert kimyasallar içerenler) ve bazı ilaçlar (topikal ve oral kortikosteroidler dahil). Tetikleyicileri ve ağırlaştırıcı faktörleri belirlemek ve bunlardan kaçınmak, rosacea semptomlarının yönetilmesine ve alevlenmelerin önlenmesine yardımcı olabilir. OR bulguları anterior blefarit, meibomian bezi disfonksiyonu, tekrarlayan şalazyonlar, göz kapağı eritemi ve telanjiektazi, interpalpebral konjonktival hiperemi ve periferik kornea vaskülarizasyonu ile karakterizedir. İlerlemiş vakalarda kornea tutulumu görülebilmekte ve keratit, sklerokeratit ve kornea skarıyla birlikte kalıcı görme kaybına neden olabilmektedir. OR'de klinik belirtiler asimetrik olabilir ancak sıklıkla iki taraflıdır. OR bulguları kapaklarda meibomian bez disfonksiyonu, telenjiektazi, blefarit, hordeolum, şalazyon, trikiyazis, madarosis, entropionu içerir. Konjonktivada hiperemi, papiller reaksiyon, foliküler reaksiyon, pinguekula, sikatrisyel konjonktivit, fiktenüler konjonktivit ve granülom bulguları ile seyredebilmektedir. Korneada punktat keratit, neovaskülarizasyon, pannus, ülserasyon, skar, incelme, ödem, lipid birikimi, perforasyon, tekrarlayan epitel erozyonu ve dendritik keratopati görülebilmektedir. Ayrıca episklerit, sklerit, iritis, vitritis ve skleral perforasyon da görülebilmektedir. Göz kapağı florasındaki bakteriyel artışın da bu bulguların başlamasında ve ilerlemesinde güçlü etkisi olduğu gösterilmiştir. OR tanısı hasta öyküsü, semptomlar, klinik muayene ve tanısal testlerin birleşimine dayanır. Hastaların çoğunda cilt bulguları eşlik ettiğinden yüz kızarması, kalıcı kızarıklık, papül ve püstüllerin varlığı sorgulanmalıdır. Gözyaşı kırılma süresi (TBUT), Schirmer testi ve meibomian bezi ekspresyonu, gözyaşı filmini ve meibomian bez fonksiyonunu değerlendirmek için yapılabilir. Gözyaşlarındaki MMP-9 seviyelerini ölçmek için muayenehanede yapılan bir test olan InflammaDry, erken tanıya yardımcı olacak iyi bir doğrulayıcı araç olabilir. Konfokal mikroskopi, ön segment optik koherens tomografi ve meibografi de oküler rosaceanın teşhisinde ve hastalığın ciddiyetinin değerlendirilmesinde yardımcı olabilmektedir. Patolojik incelemede yüzeysel ve orta dermiste telanjiektaziler (genişlemiş lümen, kıvrımlı ve geometrik konturlar, az sayıda endotel hücresi), perivasküler infiltrasyonlar (genişlemiş damarları çevreleyen lenfosit, histiyosit ve plazma hücreleri gibi mononükleer hücreler), ciltte ödem yüzeysel papiller ve retiküler dermiste şeffaf bant, mast hücrelerinde artış (genişlemiş kan damarlarına eşlik edebilir ve nöro-anjiyogenezde rol oynayabilirler) tespit edilebilir. Ancak bu patolojik bulguların spesifik olmadığı görülmüştür. Bu nedenle klinik pratikte rosacealı hastalardan patolojik örnekleme sıklıkla yapılmamakta ve tanı klinik olarak konulmaktadır. Göz tutulumu ciddiyetine göre hafif, orta ve şiddetli olarak 3'e ayrılabilmektedir. Hafif tutulumda göz kapağı kenarı ve/veya meibomian bezlerinin etkilenmesi söz konusudur. Kuruluk, kaşıntı, göz kapağı kenarlarında eritem ve hafif konjonktival hiperemi ile kendini gösterir. Orta derecede tutulumda konjonktiva, gözyaşı ve göz yüzeyinin etkilenir, yanma, batma, göz kapağı kenarında düzensizlikler, eritem, telanjiektazi, belirgin konjonktival hiperemi, hordeolum ve şalazyon oluşumu söz konusudur. Şiddetli tutulum da ise korneanın ve görme keskinliğinin etkilenmesi söz konusudur. Şiddetli konjonktival inflamasyon, keratit, sklerokeratit, kornea incelmesi, bulanık görme ve ağrı gibi özellikler ile kendini gösterir. Hastalara OR'nin kronik bir hastalık olduğu ve küratif bir tedavisinin henüz mevcut olmadığı konusunda bilgi verilmelidir. Ayrıca hastalığın ilerlemesini en aza indirmek için hastalığa katkıda bulunan durumların azaltılması, semptomların kontrol altına alınması ve alevlenmelerin azaltılması oldukça gereklidir. Hastalığın ciddiyetine bağlı olarak tedavi genellikle konservatif önlemleri, topikal ajanları, sistemik ajanları ve bunların bir kombinasyonunu içerir. Öncelikle blefarit, meibomian bezi disfonksiyonu ve Demodex tedavisinde günde 2 kez dijital masaj, sıcak kompres ve göz kapağı hijyeni (çay ağacı yağı içeren şampuan ile) uygulanması teşvik edilmektedir. Göz kapağı tedavisinde bu konservatif önlemlerin yetersiz kalması durumunda eş zamanlı topikal ve sistemik ajanların kullanılması gerekebilir. Topikal tedavi koruyucu madde içermeyen yapay gözyaşlarıyla bol miktarda nemlendirmeyi içerir. Yetersiz nem inflamasyona, kornea epitelinin dökülmesine ve kornea hasarına neden olabilir. Ayrıca avasküler kornea, normal yara iyileşmesi için gözyaşının birçok bileşenine ihtiyaç duymakta ve gözyaşı kalitesi ve miktarındaki azalma daha fazla hasara neden olmaktadır. Lipid bazlı yapay gözyaşları, meibomian bezi tutulumu göz önüne alındığında daha etkili olacaktır. Topikal antibiyotiklerin (eritromisin merhem gibi) ve antibiyotik-steroid kombinasyonlarının kullanımı aynı zamanda göz kapağı bakteriyel proliferasyonunu, göz kapağı kenarı hastalığını ve oküler rosacea ile ilişkili meibomian bezi disfonksiyonu azaltmada da faydalıdır. Ayrıca azitromisin göz damlaları genellikle daha güvenlidir çünkü yan etkileri oral antibiyotiklere göre daha azdır. Azitromisinin topikal formülasyonunun, göz kapağı kenarı hastalığını ve meibomian bezi disfonksiyonu ile ilişkili semptomları önemli ölçüde iyileştirdiği gösterilmiştir, bu nedenle OR'de uygun bir alternatif tedavi olarak önerilebilir. MMP9 ve diğer inflamatuar ürünlerin üretimini artıran topikal kortikosteroidler alevlenmelerde de dikkatli bir şekilde kullanılabilir. OR'ye bağlı incelme ve inflamasyon nedeniyle zaten yüksek risk altında olan bu gözlerde, düşük potensli kortikosteroidler önerilmekte ve steroid kaynaklı kornea incelmesi veya erimesi endişesi nedeniyle kronik kullanımları genellikle önerilmemektedir. Siklosporin oftalmik emülsiyonu %0,05, OR hastalarında da kullanılmaktadır. Kortikosteroidlere benzer şekilde MMP-9 dahil inflamatuar belirteçlerin üretimini azaltır. Üç aylık kullanımın ardından hem semptomatik iyileşmenin hem de artan gözyaşı üretimi gösterilmiştir. Ayrıca kuru göz hastalarında altı aylık kullanımdan sonra inflamatuar belirteçlerde azalma olduğu gösterilmiştir. Diğer bir antiinflamatuar ajan olarak %0,02'lik takrolimus merheminin (günde iki kez) oküler inflamasyonu tedavi etmek amacıyla yaklaşık 1 ay süreyle kullanılması da önerilmektedir. Daha şiddetli belirtiler, konjonktiva ve kornea epitelinin sağlıklı gelişimini, çoğalmasını, göçünü ve farklılaşmasını destekleyen A vitamini, epidermal büyüme faktörü ve fibronektin açısından zengin otolog serum damlaları ile tedavi edilebilir. Otolog serum lizozimleri, kompleman ve immünoglobulin-G gibi bakteriyostatik faktörleri içermektedir. Oral ajanlardan tetrasiklinler (doksisiklin, tetrasiklin, minosiklin) hala kutanöz rosacea için en etkili tedavi olarak kabul edilmektedir ve aynı zamanda OR'da da klinik yararları olduğu gösterilmiştir. İlginçtir ki ilaç, antibiyotik özelliklerinden ziyade antiinflamatuar etkilerinden yararlanmak için kullanılmaktadır. Tetrasiklinler, antimikrobiyalin altında seviyelerde bile bakteri florasındaki nötrofil kemotaktik faktörleri inhibe eder, proinflamatuar sitokinleri baskılar ve bakteriyel protein sentezini inhibe ederek bakteriyel lipaz ve esterazı azaltır. Ayrıca keratinizasyonu da engellerler ve bu etkiler OR ile ilişkili meibomian bezi disfonksiyonu için faydalıdır. Tetrasiklinler aynı zamanda kollajeni parçalayan inflamatuar bir ürün olan kollajenazı da inhibe ederek MMP-9 üretimini ve katelisidin aktivasyonunu baskılar. Böylece tetrasiklinler korneayı OR'de görülen inflamasyondan korur. Ek olarak, kornea neovaskülarizasyonunu (düz kas hücresi göçünün ve vasküler endotelyal büyüme faktörünün inhibisyonu nedeniyle elde edilen) önleyebilen antianjiyogenik etkilere de sahiptirler. Tetrasiklinler kesilebilir veya alevlenmelerde çok düşük dozlarda (antimikrobiyalin altında dozlarda) uzun süre kullanılabilir. Hastalığın klinik belirti ve semptomlarında etkili iyileşme tipik olarak yaklaşık iki aylık tedaviden sonra ortaya çıkar. Daha uzun bir yarı ömre sahip olduğundan ve dolayısıyla daha az sıklıkta doz gerektirdiğinden genellikle tetrasiklin tercih edilir. Çeşitli doz rejimleri vardır ve doksisiklin tedavisinin optimal dozu ve süresi belirlenmemiştir. OR için tipik olarak günde bir veya iki kez 50 mg olarak reçete edilir ve 2 ila 4 hafta sonra daha düşük bir doza azaltılır. Ancak uzun süreli doksisiklin kullanımı daha yüksek yan etki riskiyle ilişkilidir (tolerans sorunu, gastrointestinal semptomlar ve ışığa duyarlılık gibi). Bu nedenle endikasyon dışı ve daha düşük dozlarda (20 mg veya 40 mg) doksisiklin tabletleri denenmiş ve etkili olduğu gösterilmiştir. Ek olarak, rosacea tedavisi için 40 mg doksisiklin (30 mg anında salınımlı ve 10 mg gecikmeli salınımlı) içeren daha düşük dozda bir oral kapsül (günde bir kez) de yeni tedavi seçenekleri arasındadır. Tetrasiklinler çocuklarda, hamile kadınlarda, karaciğer fonksiyon bozukluğu olan hastalarda, alerjisi veya intoleransı olan kişilerde kontrendikedir. Bu durumda makrolidler kullanılabilir. Özellikle güçlü antimikrobiyal ve antiinflamatuar özelliklere sahip geniş spektrumlu bir makrolid antibiyotik olan azitromisinin etkili sonuçlar verdiği bulunmuştur. Oral azitromisin genel olarak haftada 1 gram (çocuklarda 5 mg/kg/gün) olarak toplam 3 hafta süreyle başlanır. Tedaviye yanıt veren hastalar için uzun vadeli yönetim stratejisi değişkendir: tedavi kesilebilir, başlangıç dozunun yarısı verilebilir veya azaltmalı doz formunda uzun süre olarak devam ettirilebilir. Alternatif olarak eritromisin oral olarak günde 500 mg (çocuklarda bölünmüş dozlarda 30-50 mg/kg) kullanılabilmektedir. OR'de şiddetli kornea tutulumu cerrahi müdahale gerektirebilir. Kornea perforasyonları, siyanoakrilat doku yapıştırıcısından kısmi veya tam kalınlıkta keratoplastiye kadar değişen oftalmolojik tedaviyi acil olarak gerektirir. Şiddetli neovaskülarizasyon ayrıca kornea nakli veya keratoprotez gerektirebilmektedir. Oküler rosaceada kronik inflamasyon nedeniyle keratoplasti sonrası greft neovaskülarizasyonu riski de ortaya çıkabilir. Doğal olarak antiinflamatuar özelliklere sahip olan ve iyileşmeyi ve kornea epitelizasyonunu destekleyen terapötik amniyotik membranların kullanımı, kornea tutulumu olan ciddi OR vakalarında uygun olabilmektedir. Ayrıca OR hastalarında kornea inflamasyonunu kontrol etmek ve neovaskülarizasyonu önlemek için amniyotik membranın kullanılması da önerilmektedir. Son yıllarda meibomian bez hastalığının tedavisinde termal pulsasyon, yoğun atımlı ışık (IPL) ve intraduktal meibomian bezi sondalaması gibi uygulamalar popülerlik kazanmıştır. Ancak OR'de kullanımları henüz çok yenidir. OR olgularına topikal antibiyotik tedavisi ve sıcak kompresin yanı sıra 1-2 seans termal pulsasyon uygulanması klinik bulgularda hızlı iyileşme gösterebilmektedir. Üstelik çok yeni yapılan prospektif bir çalışmada IPL tedavisinin (haftada bir olmak üzere toplam 4 seans) OR hastalarında kuru göz semptomlarında, blefaritte ve hatta telanjiektazide iyileşme sağladığı gösterilmiştir. Rosacea ile ilişkili meibomian bez hastalığının IPL tedavilerinin (3 hafta aralıklarla dört seans), uzun vadede olumsuz etkiler olmaksızın göz kapağı parametreleri ve oküler semptomlar üzerinde tedavi edici olduğu gösterilmiştir. Potansiyel etki mekanizması, telanjiektatik damarların pıhtılaşması, inflamasyonun azaltılması, meibum sıvılaşmasına neden olması ve meibomian bezi kanallarının yeniden açılması ve gözyaşı filmini stabilize etmesi olarak tanımlanmıştır. Yine de en iyi sonuçları elde etmek için IPL tedavisinin göz kapağı hijyeni ve sıcak kompreslerle birleştirilmesi önerilir. Meibomian bez hastalığının tedavisinde takviyelerin kullanımı da son yıllarda dikkat çekmektedir. Omega-3 yağ asitlerinin OR tedavisinde meibomian bezi fonksiyonu, Schirmer skoru, gözyaşı kırılma süresi ve semptomlar üzerinde etkili olması nedeniyle önerilmektedir. Bunun dışında ileri kornea tutulumu için dehidroepiandrosteron (DHEA) ve medroksiprogesteron asetat (MPA) gibi topikal hormonal tedaviler endikasyon dışı kullanılabilir. Korneal neovaskülarizasyon için oral tetrasiklinler inhibitör ajanlar olarak görev yapabilir. Kornea neovaskülarizasyonunu tetikleyen immünolojik faktörleri azaltabildikleri için topikal kortikosteroidler veya steroidal olmayan antiinflamatuar ilaçlar kullanılabilir. Ek olarak, bevacizumab ve ranibizumab gibi anti-VEGF ajanlarının subkonjonktival enjeksiyon veya topikal uygulama yoluyla uygulandığında kornea neovaskülarizasyonunu azalttığı gösterilmiştir, ancak uygulama yolu ve dozlama standartlaştırılmamıştır ve endikasyon dışı kullanılmaktadır. Neovaskülarizasyon aynı zamanda Nd:YAG lazer veya argon lazer ablasyonu, fotodinamik tedavi veya ince iğne termal koterleme ile de tedavi edilebilir . İnsan vücudunda fizyolojik aktivite ile oluşan serbest radikaller oksidan ve antioksidan denge arasında tutulmaya çalışılır. Serbest radikaller olarak tanımlanan reaktif oksijen türleri, vücudun antioksidan savunma mekanizması tarafından etkisiz hale getirilir. Yetersiz inaktivasyon kapasitesi oksidatif stres olarak tanımlanmaktadır. Organizmayı serbest radikallere karşı koruyan antioksidan savunma sistemindeki dengenin serbest radikaller lehine bozulması olarak da tanımlanabilir. Serbest radikallerin oluşumunda ve oksidatif streste birçok faktör rol oynamaktadır. Serbest radikaller organizmada çeşitli eksojen ve endojen faktörlere bağlı olarak oluşabilmektedir. Reaktif oksijen ürünleri ise radikal ve radikal olmayan ürünler olarak ikiye ayrılır. Normalde hücrelerdeki serbest oksijen radikallerinin en büyük kaynağı mitokondriyal elektron taşıma zincirinden sızıntıdır. Mitokondriyal iç zarda yer alan oksidatif fosforilasyon zinciri bileşenleri büyük ölçüde azaldığında mitokondriyal süperoksit radikal üretimi artar. Birçok enzimin katalitik döngüsü sırasında da serbest radikaller üretilir. Antioksidanlar ise, ROS oluşumunu ve neden oldukları hasarı önlemek için var olan savunma mekanizmalarıdır. Antioksidanlar endojen veya eksojen kökenli olabilirler. Endojen olanlar enzimatik ve non-enzimatik olarak ikiye ayrılırken, eksojen olanlar vitaminler, ilaçlar ve gıda antioksidanları olarak üçe ayrılırlar. Oküler dokularda hidrojen peroksit, singlet oksijen, süperoksit anyonu, hidroksil radikali, riboflavin, triptofan ve oksidasyon ürünleri dahil olmak üzere çeşitli oksitleyiciler bulunmaktadır. Oküler dokularla ilişkili ROS kaynakları arasında güneş ışığına maruz kalmadan kaynaklanan radyasyon (UV-A), normal mitokondriyal solunumdan üretilen süperoksit ve diğer oksijen radikalleri, atmosferik oksijenle doğrudan temas ve hücre içi ve hücre dışı metabolik reaksiyonlardan üretilen hidrojen peroksit yer alır. Öte yandan, oküler dokular yüksek düzeyde düzenlenmiş çeşitli doğal koruyucu bileşenlere sahiptir; suda çözünen antioksidanlar (C vitamini, sistein, glutatyon, ürik asit, piruvat, tirozin gibi), yağda çözünen antioksidanlar (tokoferoller, retinoller gibi), spesifik gözün fonksiyonunu koruyan enzimler ve metal bağlayıcı proteinler (transferrin, seruloplazmin ve albüminler gibi). Yaşla birlikte bu antioksidan savunmanın ilk hattı zayıflar ve oksidatif hasar artar, dolayısıyla pro-oksidan/antioksidan dengesini bozarak oksidatif hasar oluşmaya başlar. Ardından gelen inflamasyon, gözü yaralanmalara ve hastalıklara karşı daha duyarlı hale getirir. Son yıllarda çok çeşitli biyolojik fonksiyonlara sahip olan NO'nun da oküler yüzeyde üretildiği ve konsantrasyonuna bağlı olarak hücre canlılığının ve hücre çoğalmasının veya immün sitotoksisitenin modülasyonu için bir sinyal molekülü olarak görev yaptığı gösterilmiştir. Öte yandan oküler dokulardaki düzensiz NO üretiminin, pterjium, konjonktivit, keratit ve korneal neovaskülarizasyon gibi birçok oküler hastalıkta rol oynayan toksik süperoksit serbest radikallerinin üretimine neden olduğu gösterilmiştir. Demir iyonları oküler oksidatif streste de önemli bir rol oynar. Özellikle serbest demir varlığında, UV radyasyonunun hidroksil radikali üreterek lipid peroksidasyonunu ve oküler doku hasarını tetiklediği gösterilmiştir. Ek olarak, yeni tanımlanan demire bağlı programlanmış hücre ölümü durumu olan ferroptoz, aşırı demir birikimini, yüksek lipit peroksitleri ve reaktif oksijen türlerini ve azalmış glutatyon ve glutatyon peroksidaz seviyelerini içerir. Kornea ömür boyu UV ışınlarına maruz kaldığı için bu dokudaki serbest demir seviyesinin sıkı bir şekilde düzenlenmesi ve güvenli düşük bir seviyede tutulması son derece önemlidir. Demirin özellikle çekirdekte tutulması, antioksidan görevi gören demir bağlayıcı protein ferritin tarafından sağlanır. Ek olarak laktoferrin, mukozal epitel hücreleri ve nötrofiller tarafından üretilen ve salgılanan doğal bir demir bağlayıcı glikoproteindir. Tipik olarak gözyaşı gibi sıvılarda maksimum konsantrasyonda bulunur. Antioksidan, antiinflamatuar ve antimikrobiyal özellikleriyle sağlıklı bir oküler yüzey sisteminin korunmasında çok önemli bir rol oynar. Oküler yüzey oksidan ve antioksidan durumunu değerlendirmek için çeşitli yöntemler kullanılabilir. Bunlar; ROS tahlilleri, lipid peroksidasyon testleri, glutatyon teestleri, toplam antioksidan durumu (TAS) ve toplam oksidan durumu (TOS) testleridir. TAS bir numunede bulunan tüm antioksidanların kümülatif antioksidan kapasitesini ölçer. Antioksidan savunma sisteminin genel bir değerlendirmesini sağlar. TAS, spektrofotometrik olarak ölçülebilir. TOS, biyolojik bir numunedeki genel oksidan seviyelerini ölçer. Toplam oksidatif stresin veya sistemdeki oksidanların kümülatif varlığının değerlendirilmesini sağlar. Bu test, gözyaşı ve çeşitli biyolojik sıvıların oksidatif durumunu spektrofotometrik olarak değerlendirmek için araştırma ve klinik ortamlarda yaygın olarak kullanılır. Oksidatif stres indeksi (OSI), TOS düzeyi/TAS düzeyi oranının yüzdesi olarak oksidatif stres derecesinin doğru bir göstergesidir. Son yıllarda TAS, TOS ve özellikle OSI indeksi global oksidatif stres durumu hakkında önemli bilgiler sağladığından yaygın olarak kullanılmaktadır. Göz dokularından alınan örneklerde de kullanımları bazı hastalıklarda gösterilmiş ancak OR hastalarında kullanımı literatürde henüz mevcut değildir. Bu tez çalışmasında OR hastalarınınn gözyaşlarındaki TAS, TAS ve OSI indeksini değerlendirerek literatüre yeni bilgiler sunma amaçlanmıştır. Göz dokuları metabolik olarak aktiftir ve sürekli olarak güneş ışığına, dolayısıyla UV-A'ya maruz kalır ve yüksek miktarda reaktif oksijen ürünlerine (ROS) karşı savunmasız kalabilir. Aslında oküler yüzey, C vitamini, ürik asit, glutatyon, sistein, tirozin, piruvat, retinoller ve tokoferoller gibi oldukça düzenlenmiş doğal antioksidanlar içerir. Ayrıca süperoksit dismutaz, katalaz, glutatyon peroksidaz ve glutatyon redüktaz gibi spesifik enzimler ve transferrin, serüloplazmin ve albüminesi gibi metal bağlayıcı proteinler oküler fonksiyonları korumak için antioksidan görevi görür. Oküler yüzeyde hasar meydana gelirce pro-oksidan ve antioksidan dengesi bozulmaktadır. Yaşla birlikte de antioksidan savunma zayıflar ve oksidatif hasar artar. Ayrıca oksidatif stres mitokondriyal fonksiyon bozukluğu, DNA hasarı, lipit peroksidasyonu, protein modifikasyonu, apoptoz ve inflamasyon yoluyla oküler yüzey hastalıklarının ilerlemesine yol açmaktadır. Son yıllarda kutanöz rosaceada oksidatif stresin rolü araştırılmaktadır. Rosacea hastalarının serumunda daha yüksek lipit peroksidasyon ürünleri ve ROS ve daha düşük seviyelerde antioksidan enzim aktivitesi gösterilmiştir. ROS'un kutanöz rosaceada rolü farklı şekillerde gösterilmiştir. Özellikle rosacea patofizyolojisinde yer alan UV ışınlarının ROS'u aktive ettiği, vasküler değişikliklere ve inflamasyona neden olduğu öne sürülmüştür. Rosacea patogenezinde rol oynayan ajanlar, nötrofiller, interlökinler, protein ve lipitlerin oksidatif modifikasyonu, lipit dengesindeki değişiklikler, antimikrobiyal peptitler ve sitokinler de ROS ile ilişkilendirilmiştir. Öte yandan şiddetli rosacealı hastalarda yüksek serum malondialdehit aktivitesi (lipit peroksidasyonunun bir belirteci) ve düşük süperoksit dismutaz aktivitesi (bir antioksidan enzim) gözlemlenmiştir. Rozasealı hastalarda yüksek serum peroksit düzeyleri de in vitro olarak ölçülmüştür. Paraoksonaz 1'in (bir antioksidan ve antiinflamatuar enzim) ve paraoksonazın bir formu olan arilesterazın (ARE) serum düzeylerinde bir azalma olduğu rapor edilmiştir. Herhangi bir aktivite polimorfizmini temsil etmez ve gerçek protein konsantrasyonunun bir belirteci olarak kullanılabilir. Bunun dışında serum bilirubin ve ürik asit düzeylerinin genel oksidatif stresi azalttığı bilinmektedir. Ayrıca vücudun antioksidan durumunu da yansıtırlar. Son zamanlarda rosacea hastalarında serum bilirubin ve UA düzeylerinin kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük olduğu gösterilmiştir. Aksine, antioksidan savunma sistemiyle bağlantılı olduğu düşünülen, oksidatif stres ürünlerinin hücresel detoksifikasyonunda önemli rol oynayan enzim ailesi olan glutatyon-S transferazların (GST) ekspresyonunun önemli ölçüde arttığı gösterilmiştir. Oksidatif stres ürünlerinin aşırı üretimi ile tetiklenir. Son yıllarda yeni bir otomatik spektrofotometrik yöntemle ölçülebilen ve oksidatif stresin yeni bir belirteci olarak değerlendirilebilen tiyol-disülfür homeostazisi (TDH) çalışmalara konu olmuştur. Sülfhidril gruplarını içeren önemli antioksidanlar olan doğal tiyoller, ROS'un enzimatik ve enzimatik olmayan yollarla yok edilmesinde önemli bir rol oynar. Oksidatif stres altında tiyoller çevreye hidrojen salar, disülfit bağları oluşturur ve salınan hidrojen fazla oksijene bağlanarak ROS'un deaktivasyonuna yol açar ve böylece dokuyu oksidatif hasardan korur. Aslında proteinlerin tiyol grupları plazmadaki ana antioksidanlardır ve ilk olarak oksidasyon durumunda tüketilirler. Tiyol-disülfit dengesindeki değişikliğin, rosacea gibi kronik inflamasyonla karakterize edilen birçok hastalığın patogenezinde rol oynadığı düşünülmektedir. Rozasealı hastalarda tiyol/disülfid dengesinin disülfide doğru kaydığı gösterilmiştir ve bu, rosaceada oksidatif stresin bir göstergesi olarak kabul edilmektedir. Ek olarak, rosacea hastalarında artan oksidatif stres ve insülin direncinin metabolik durumla ilişkili olduğunu öne sürülmüştür. Genel olarak bugüne kadar yapılan rosacea çalışmalarında farklı oksidatif ve antioksidan moleküller ayrı ayrı çalışılmış ve ölçülmüştür. Ancak bu moleküllerin tek tek ölçülmesi, aditif etkileri nedeniyle güvenilmez olabilecek zor ve pahalı yöntemler gerektirir. Yeni TOS ölçüm yöntemiyle birçok oksidanın genel etkisi gösterilebilir ve çeşitli antioksidanların vücuttaki toplam etkisi de yeni durum ölçüm yöntemi olan TAS ile ölçülebilir. Oksidanlar ve antioksidanlar ilave özelliklere sahip olduklarından, bunların birleşik aktivitelerini ölçmek uygundur. Ayrıca bu yeni yöntemler daha ucuz, daha basit ve daha güvenilirdir. Son yıllarda rosacea hastalarında da TAS ve TOS ölçümlerinin sonuçları ortaya konmuştur. Ancak tüm bu çalışmalar kan numuneleri üzerinde gerçekleştirilmiştir ve bugüne kadar oküler rosacealı hastalarda oksidatif stres durumunu oküler bir substrat kullanarak araştıran ve sonuçları klinik sonuçlarla ilişkilendiren hiçbir çalışma yapılmamıştır. Ayrıca oksidatif stresin rosacea başlangıcını mı tetiklediği yoksa hastalığın bir sonucu olarak mı ortaya çıktığı da belirsizdir. Enflamatuar sistemdeki düzensizliğin de rosacea patogenezinde rol oynadığı gösterilmiştir. Rosacealı hastaların derisinde TLR-2'nin aşırı ekspresyonu (TLR-4 tarafından aktive edilir) ve IL-8, IL-1β ve TNF- α üretiminin arttığı gösterilmiştir. Rosacea'nın inflamatuar kaskadı, Toll benzeri reseptörler (özellikle TLR-4) yoluyla UV (ROS'un potansiyel aktivatörü) gibi harici bir uyaranla başlatılır. Daha sonra, aktifleştirilmiş TLR'ler NF-κB'yi tetikler ve interlökin (IL)-1a, IL-1β, IL-18, IL-33 gibi sitokinlerin ve antimikrobiyal peptitlerin (β-defensinler gibi) üretimini indükler. Oküler dokularda TLR-2 ve 4'ün kornea, limbal ve konjonktival epitel hücrelerinde yapısal olarak eksprese edildiği ve inflamasyonla ilişkili olduğu gösterilmiştir. OR hastalarından alınan göz kapağı biyopsilerinde TLR-4 ekspresyonunun normal kişilerle karşılaştırıldığında önemli ölçüde arttığı bulunmuştur. Ancak literatürde OR hastalarının konjonktival örneklerinden TLR-4 ekspresyon düzeylerini araştıran hiçbir çalışma yoktur. TLR-4 ekspresyon düzeyleri ile oksidatif stres durumu arasındaki ilişkiyi araştıran bir da çalışma yoktur. UV'nin aynı zamanda oksidatif stres kaynağı olduğu da bilindiğinden oksidatif stres ile TLR-4 arasındaki ilişkinin incelenmesi hastalığın patogenezinin ve oksidatif stresin hangi aşamada rol oynadığının anlaşılmasına yardımcı olabilir. Bu nedenle hastalarda oksidatif stres ile TLR-4 arasındaki ilişkiyi de bu tez çalışmasında incelenmiştir. MATERYAL VE METOT Bu çalışmaya dermatolog tarafından kutanöz rosacea tanısı konan ve oftalmolog tarafından rosacea ile ilişkili oküler tutulumu doğrulanan 90 rosacea hastası dahil edildi. Rosacea hasta grubu 30 sağlıklı kontrolle cinsiyet ve yaş açısından eşleştirildi. Çalışmaya ROSacea COnsensus (ROSCO) panel sınıflamasına göre kutanöz ve oküler rosacea tanısı konmuş ve henüz herhangi bir ilaç kullanmamış hastalar dahil edildi. Oküler rosacea ile ilişkili kapak kenarı telanjiektazisi, blefarit, blefarokonjonktivit ve meibomian bezi disfonksiyonu (MGD) olan hastalar dahil edildi. Başka herhangi bir oküler veya sistemik hastalık öyküsü olan hastalar (oküler rosacea dışında MBD ve göz kuruluğuna neden olabilecek durumlar dahil), şiddetli oküler rosacea (korneayı etkileyen), hamilelik, oküler veya sistemik ilaçlar (takviyeler dahil), sigara ve alkol tüketimi çalışma dışı bırakıldı. Hastaların demografik özellikleri, oftalmolojik muayene özellikleri, gözyaşı kırılma zamanı (TBUT) ölçümleri, Schirmer test skoru, MGD ve Oküler Yüzey Hastalık İndeksi (OSDI) skorları kaydedildi. Gözyaşı örnekleri Schirmer stripleri üzerinde, konjonktiva epiteli nitroselüloz membranları üzerinde toplandı. Kan örneklerinin bir kısmı biyokimya tüplerinde toplanarak santrifüj sonrası serum numuneleri elde edildi, diğer kısmı tam kan tüplerinde toplanarak PBMC örnekleri yoğunluk gradyan ortamı olarak Ficoll-Paque kullanılarak yoğunluk santrifüjlemesi yoluyla tam kandan izole edildi. Tüm numunler analiz gününe kadar -80°C'de Eppendorf tüpleri içinde saklandı. Tüm gözyaşı ve serum örneklerinden oksidatif stres parametreleri (TAS, TOS, OSI ve ARE) tam otomatik spektrofotometre kullanılarak ölçüldü. Epitel ve PBMC örneklerinden gerçek zamanlı-polimeraz zincir reaksiyonu (RT-PCR) ile TLR-4 ekspresyon seviyelerine bakıldı. BULGULAR Hasta gözyaşı ve serum örneklerinde oksidatif stres belirteçlerinin (TAS, TOS, OSI ve ARE) düzeyleri sağlıklı gönüllülerden alınan sonuçlarla karşılaştırıldığında OR hastalarında oksidatif stresi gösteren TOS aktivitesi ve OSI düzeyi hem gözyaşı hem de serum örneklerinde sağlıklı kontrollere göre daha yüksek gözlenmiştir. Aksine gözyaşı ve serum örneklerinde antioksidan etkiye sahip TAS ve ARE aktivitelerinin hastalarda kontrollere göre daha düşük olduğu görülmüştür. Ayrıca TOS, OSI ve ARE değerleri açısından gözyaşı ve serum örnekleri arasında pozitif bir korelasyon saptanmıştır. Bu oksidatif stres parametrelerinin dış ortam üzerindeki etkisini anlamak için gözyaşı kırılma süresi, oküler yüzey hastalık indeksi (OSDI) skoru, Schirmer skoru ve meiboscore gibi oküler yüzey parametreleri incelediğinde ise, oksidatif stres düzeyi arttıkça Schirmer skoru dışındaki oküler yüzey parametrelerinin (BUT, OSDI ve Meiboscore) de arttığı görülmüştür. TLR-4 ekspresyon seviyeleri hastalardan elde edilen konjonktiva epiteli ve PBMC örneklerinden RT-PCR ile elde edilip sağlıklı gönüllülerin sonuçlarıyla karşılaştırıldığında OR hastalarının konjonktiva epiteli ve PBMC'lerinde TLR-4 ekspresyon düzeyleri sağlıklı kontrollere göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Bu seviyeler konjonktiva epiteli ve PBMC arasında güçlü bir korelasyon göstermektedir. Ayrıca gözyaşı ve serum örneklerinden elde edilen oksidatif stres seviyeleri (OSI) ile de pozitif korelasyon gösterilmiştir. Moleküler sonuçlarımız oküler yüzeyin klinik gözlemleri ışığında değerlendirilmiştir. Bildiğimiz kadarıyla oküler yüzey parametrelerini (TBUT, OSDI, Schirmer ve Meiboscore gibi) oküler dokulardan elde edilen TLR-4 ekspresyon seviyeleriyle ilişkilendiren hiçbir çalışma yoktur. Sonuçlarımıza göre TLR-4 ekspresyonu arttığında oküler yüzey parametrelerinin (TBUT, OSDI, Schirmer ve Meiboscore) bozulduğu gözlemlenmiştir. SONUÇ VE ÖNERİLER Çalışmamızda OR hastalarında kontrollere kıyasla gözyaşı ve serum oksidan durumu (TOS ve OSI) daha yüksek, antioksidan durumu (TAS ve ARE) daha düşük saptanmıştır. Gözyaşı oksidatif stres parametreleri, serum oksidatif stres parametreleri ve ayrıca oküler yüzey klinik parametreleriyle yüksek düzeyde korelasyon göstermiştir. Bu sonuçlarla oksidatif stresin hem cilt rosaceasında hem de OR'de eş zamanlı ve önemli roller oynadığı ve oksidatif stresin OR'nin klinik durumunun doğrudan bir yansıması olabileceği sonucuna varılmıştır. Bunun yanında bu çalışmada OR hastalarında konjonktiva epiteli ve PBMC TLR-4 ekspresyon düzeyleri kontrollere göre daha yüksek bulunmuştur. TLR-4 ekspresyon seviyeleri, oksidatif stres parametreleri ve ayrıca oküler yüzey klinik parametreleriyle yüksek düzeyde korelasyon göstermiştir. Bu nedenle artan TLR-4 ekspresyonunun ve bunun oksidatif stresle ilişkisinin, OR'nin patofizyolojisinde ve ardından gelen oküler yüzey bulgularında anahtar bir faktör olabileceğini ileri sürebiliriz. Ayrıca bulgularımızın OR'de potansiyel terapötik etkileri olabilir ve gelecekteki çalışmalar bazı terapötik uygulamalarla sonuçlarımızı doğrulayabilir. Anahtar Kelimeler : Rozasea, Oküler rozasea, Oksidatif stres, Toplam antioksidan durumu, Toplam oksidan durumu, Oksidatif stres indeksi, Arilesteraz, Toll-like reseptör-4

Özet (Çeviri)

Ocular rosacea (OR) is a chronic, progressive eye disease that is seen in more than 50% of patients with rosacea, especially with involvement of the eyelids, conjunctiva and cornea. In approximately 20% of the patients, the diagnosis can be delayed, since ocular signs may precede by several years the skin signs and symptoms. The etiopathogenetic mechanisms of cutaneous and ocular rosacea have not yet been fully elucidated, although many conditions including an innate and adaptive immune response deregulation, inflammatory process, abnormal neurovascular control, genetic and environmental factors have been revealed. In recent years, the role of oxidative stress in skin rosacea has been investigated and higher ROS and lipid peroxidation products and lower antioxidant enzyme activity levels have been shown in the serum of rosacea patients. However, there is no study investigating the oxidative stress status from ocular samples in OR patients. Oxidative stress seems likely to be associated with inflammation, vascular changes, and oxidative skin damage in rosacea according to previous reports. However, it is still unclear whether oxidative stress triggers the onset of the rosacea or occurs as a result of the disease. It has also been shown that the inflammatory cascade in rosacea is initiated by an external stimulus such as UV, via Toll-like receptors (especially TLR-4). Since UV is also known to be a source of oxidative stress, investigating the relationship between oxidative stress and TLR-4 may play a role in explaining the pathogenesis of the disease. And thus, in which step oxidative stress plays a role may also be better explained. In this work, we first investigated whether oxidative stress plays a role in OR. We investigated the oxidative stress markers (total antioxidant status, total oxidant status, oxidative stress index and arylesterase activity) levels from tear and serum samples of OR patients and compared them with the results of healthy volunteers. We found that both tear and serum oxidative stress markers were significantly elevated in OR patients and they were also associated with clinical manifestations of OR. We also investigated the relationship between oxidative stress and TLR-4 in OR patients, since TLR-4 plays a key role in the inflammatory pathway of the disease. We investigated the TLR-4 expression levels by RT-PCR from conjunctival and PBMC specimens of OR patients and compared them with the results of healthy volunteers. TLR-4 expression levels in both conjunctival and PBMC samples were significantly higher in OR patients, and these levels were positively correlated with the oxidative stress levels. In addition, TLR-4 expression levels were also highly correlated with the ocular manifestations of OR. In conclusion, the increased TLR-4 expression and its association with the oxidative stress could be a key factor in the pathophysiology of disease and its subsequent ocular surface findings. Furthermore, these findings may have potential therapeutic implications in OR. Keywords : Rosacea, Ocular rosacea, Oxidative stress, Total antioxidant status, Total oxidant status, Oxidative stress index, Arylesterase, Toll-like receptor-4

Benzer Tezler

  1. Periodontitisli bireylerde oksidatif stres ve ADMA seviyelerinin değerlendirilmesi

    Evaluation of oxidative stress and ADMA level in individuals with periodontitis

    BUĞRA BALKAN

    Diş Hekimliği Uzmanlık

    Türkçe

    Türkçe

    2022

    Diş HekimliğiAnkara Üniversitesi

    Periodontoloji Ana Bilim Dalı

    PROF. DR. MERAL GÜNHAN

  2. Obez çocuklarda tiroid işlev bozuklukları ve oksidan/antioksidan statü arasındaki ilişkinin metabolik risk etmenleri ile birlikte değerlendirilmesi

    Evaluation of the relation between thyroid dysfunction and oxidant/ antioxidant status along with metabolic risk factors in obese children

    ALİ AŞCI

    Doktora

    Türkçe

    Türkçe

    2013

    Eczacılık ve FarmakolojiHacettepe Üniversitesi

    Farmasötik Toksikoloji Ana Bilim Dalı

    PROF. DR. BELMA KOÇER

  3. Metabolik sendromun patofizyolojisinde santral oksidatif stresin rolü

    The role of central oxidative stres in pathophysiology of metabolic syndrome

    BORA PALABIYIK

    Yüksek Lisans

    Türkçe

    Türkçe

    2011

    Eczacılık ve FarmakolojiGazi Üniversitesi

    Farmakoloji Ana Bilim Dalı

    ÖĞR. GÖR. BİLGEN BAŞGUT

  4. Non-alkolik yağlı karaciğer hastalığı ve Non-alkolik steatohepatitis'de oksidatif stres etkisinin değerlendirilmesi

    Evaluation of oxidative stress impact on Non-alcoholic faty liver disease and Non-alcoholic steatohepatitis

    YÜSRA ÇİFTÇİ

    Tıpta Uzmanlık

    Türkçe

    Türkçe

    2022

    İç HastalıklarıAkdeniz Üniversitesi

    İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı

    DR. ÖĞR. ÜYESİ HAYDAR ADANIR

  5. Fibromiyalji sendromlu kadın hastalarda plazma ürotensin ıı seviyesi ve tiyol / disülfid homeostazisi

    Plasma urotensin ii level and thiol-disulphide homeostasis in patients with fibromyalgia syndrome

    MAIS ALHARIRI

    Yüksek Lisans

    Türkçe

    Türkçe

    2018

    BiyokimyaGaziantep Üniversitesi

    Tıbbi Biyokimya Ana Bilim Dalı

    YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA ÖRKMEZ