Tarih-i Burhaneddin-i Belhi (Lady Sheil'in anıları)
History of Burhaneddin-i Belhi (Memories of Lady Sheil)
- Tez No: 92292
- Danışmanlar: PROF. DR. MEHMET KANAR
- Tez Türü: Yüksek Lisans
- Konular: Doğu Dilleri ve Edebiyatı, Eastern Linguistics and Literature
- Anahtar Kelimeler: Belirtilmemiş.
- Yıl: 1999
- Dil: Türkçe
- Üniversite: İstanbul Üniversitesi
- Enstitü: Sosyal Bilimler Enstitüsü
- Ana Bilim Dalı: Fars Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı
- Bilim Dalı: Belirtilmemiş.
- Sayfa Sayısı: 123
Özet
25 TEZ OZETI Tez özetini çıkartırken ağırlıklı olarak seçerek ve hülâseten tercüme yapmayı uygun bulduk. Önsözde de belirtildiği gibi ileride metnin tam tercümesini hazırlayacağız. Eser içerisindeki Avrupalılara ait isimler okunduğu gibi yazılmıştır. Pekçok iyiliksever padişahların himayesinde bulunup yıllarca onların ekmeğini yemiş olan bendeniz, ilk eğitimimi küçük yaşlarda yüksek dereceli bir memur olan babamdan aldım.İlerleyen günlerde içimde dünyayı gezip dolaşmak için karşı konulmaz bir istek duydum. Başta İtalya, Hollanda, Rusya, Yunanistan, Avrupa ve Anadolu olmak üzere birçok ülkeyi elimden geldiğince dolaştım. Buralardaki padişahların saraylarım, binaları, kiliseleri ve daha birçok ilgi çekici yerleri görme fırsatım oldu. Sonraları bana İran hakkında bazı şeyler anlattılar. Farsça bilmediğim için bu sayfalar bir kâtibin yardımıyla yazıldı. Bu yüzden her kim bu sayfaları okursa lütfen beni bağışlasın. Örneğin nadiren bulunan kıymetli bir mücevher satm alan bir tüccar da bu değerli mücevher bir kadmın mı yoksa bir erkeğin elinden mi çıktı diye sormaz. Ya da Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde ister nesir ister nazım olsun tarih ve hikmet gibi konular hakkında çeşitli kitaplar okuyan insanlar da acaba bu kitabı kadın mı, erkek mi yazdı diye düşünmezler. İran'ın diğer meşhur şehMerinin hepsinden de daha güzel ve daha yüce olan Istahr'ı gören Fransız, İngiliz ve Avrupalı seyyahlar, Istahr'daki yeni binaları ve o geniş alanları gördüklerinde hayretler içinde kaldılar. Bunlardan Fransız Jean Chardin (1643-1713) ve İngiliz James Morrier (1780-1849) gezileriyle ilgili gözlemlerine dayak olarak birer kitap yazmışlar, hatta bu kitaplara birkaç resim bile eklemişlerdir.26 Abbas Mirza'nın yanında Tebriz'de birkaç yıl yaşarken Allah'a şükür padişahımızın annesi bana çok ilgi ve alaka gösterdiler. Yunan kitabını okur okumaz tüm olanaklarımı kullanıp İran'a gitmek için büyük bir istek duydum. Birkaç yıl boyunca hep bu hayali kurduysam da bunun biraz zor göründüğünün farkındaydım. Ancak bir süre sonra Muhammed Şah beni Tahran'da öğretmenliğe atadı. Bu arada saray ileri gelenlerinden birkaç kişiye ders verme fırsatım da oldu. Böylece harcamalarımı biraz olsun karşılayabildim. İlerleyen günlerde Muhammed Şah Horasan'a gidince ben de iki-üç sene Şiraz'da kalıp Farsça öğrenmeye ve bu süre içinde İran'ı baştan başa dolaşmaya karar verdim. Bu kararla onbir tane katır kiralayıp yan ölü, ayakta uyuyan, esrarkeş bir hizmetçi ve iki mekkârici eşliğinde 1251/1835 yılında Şiraz'a gitmek üzere hareket ettim. Tahran'dan sonra Şah Abdu'l-'azîm'de bir süre mola verip oradan hızla Kum'a geçtim. Burada ilk gözüme çarpan her ikisi de saf altından yapılmış olan yüksek bir kubbe ve bir minare oldu.“Bu yüce imamzade Musa Bin Cafer'in kızı olan Hazret-i Fatıma'nın türbesi”dediler. Orayı ziyaret etmeye karar verdim. Evvela genişçe bir kabristandan geçerek büyük ve temiz bir meydanda bulunan Daru'ş-Şifa'ya ulaştım. Daha sonra temizliği ve saflığı ile adeta cenneti andıran“Medrese-i Mînû”ya girdim. Burada yüksek binaların, kulübe ve sadece birkaçı ayakta kalabilmiş yıkık dökük odaların etrafında göletler, su ölçerler ve bahçeler, güney tarafta ise uzunca bir kemer vardı. Birkaç basamak yukan çıkıldığında bir çeşme görülüyordu. Sağ tarafta Fethali Şah'ın mezarı vardı. Orayı ziyarete gittim. Bir grup kadının namaz kıldığı temiz ve güzel bir yerdi. 64 Bir süre sonra içinde tam kırk tane mezar bulunan ve adına“Çihil Dohterân”denilen bir türbeyi gezdim. Buraya adı verilen kişileri esir alıp adlarını kötüye çıkarmak istemişler. Ertesi gün hiçbirisi bulunamamış. Sonraları orada büyük bir bina inşa etmişler. Ancak burada arazinin bir hayli çorak olduğunu 64 Farsça metin, s. 1-3.27 söylüyorlar. Buranın oldukça tatlı ve lezzetli olan kavunu çok az yerde bulunan cinsten. Buranın toprağından daha çok seramik testiler ve çeşitli kaplar yapıldığını öğrendim. Oldukça güzel ve biçimli olan bu kaplar buradan bütün İran'a gönderiliyormuş. İçine konulan suyu soğutma ve tazeliğini koruma özelliği de olan bu kaplar koyu yeşil renkteydi. Bu şehirde çoğu zaman oldukça güzel ve ilginç yerler gördüm. Ancak ne yazık ki neredeyse tamamı harap vaziyetteydi. Buralar bir de kalkınıp gelişirse herhalde bir benzeri daha bulunamaz bu şehrin. Daha sonra Kâşân'a gittim. Kâşân, İran'ın en eski şehirlerinden biri. Burada şehrin dışında yıkık dökük bir yerde kaldım. Bu bina önceleri ne binasıymış diye sordum.“Âteşkede”dediler. Burayı Yunan yapı tarzında inşa etmişler. Yine de şehir oldukça iyi durumdaydı. Halkı genelde esnaf ve hepsi de alçakgönüllü insanlardı. Zamanında Fethali Şah buraya güzel bir medrese yaptırmış. Kâşân'da ayrıca kervansaraylar, kadife ve ipek fabrikaları da bulunmakta. Gezim sırasında ortasında bir havuz ve havuzun etrafında da çok büyük bir boya küpü bulunan bir boya imalathanesi gördüm. Bu kadar büyük bir küpü ömrümde ne gördüm ne de işittim. Bu küpü kimin yaptığını sordum.“Üstad Sebbâ'î”dediler. Kâşân çok sıcak bir yer. Biraz etrafı seyrettikten sonra eve gidip akşam yemeğimi yedim. Vakit biraz ilerleyince tekrar yola koyulduk. Yolda pekçok harabeye rastladık. Hareket sırasında bir ara çakal sesleri işittim. İlkönce çocuk ağlamasını andıran bu sesler daha sonra tümünün ses çıkarmasıyla bir anda gürültü patırtı seslerine dönüştü. İnsan 100 000 Türkmen askeri bir şehre ya da köye akın etmiş de her yeri yağmalıyor sanırdı. Derken gecenin o karanlığında tek başıma atımın üstünde yol alırken tuhaf ıslık sesleri yükseliverdi.“Allah'ım sen bana acı!”dedim. Oradan geçen bir adama bu sesler de neyin nesi diye sordum.“Çakalların sesi bunlar”deyince birden rahatladım. O andan itibaren ağzımı bile açmadım, yalnız bir süre sinirden güldüm. 65 Daha çok Ermenilerin ikâmet ettiği Culfa'da eşi benzeri olmayan birbirinden güzel yapılar vardır.“ Zâyenderûd”Culfa ile Isfahan arasında kalan bir yerdir. Öğrendiğime göre Şah Abbas döneminde burada 12 000 konut ve 24 tane de 65 Farsça metin, s. 4-5.28 kilise varmış. Burada yaşayan Ermenilerin tümü de çok zenginlermiş. Şah Abbas, Ermeniler ve Müslümanlar arasında ayırım yapmaz, her iki gruba karşı da son derece adil davranırmış. Ermenilerin çoğunluğu tüccarmış. Ancak artık o binalardan geriye pek de bir şey kalmamış. Evlerin çoğu yıkık döküktü. Güzel işlemelerle süslenmiş harap vaziyetteki birkaç ev de Hollandalı bir ustanın elinden çıkmıştı. Bu binalardan günümüze sadece 600 ev ve 12 kilise kalabilmiş. Şah Abbas döneminden kalma yapıların tümü de taş üzerine yapılmış güzel işlemelerle süslü. Orada münzevi bir hayat yaşayan kadınlara ait bir binayla Ermenilerin öğrenim gördüğü bir kilise var. Culfa'daki kiliselerden birinde dünya işlerini terketmiş iki kişi yaşamakta. Bunlardan birinin adı Don Jovanni. Bu zat Istahr'a giderek İran tarihine dair bir şeyler kaleme almış, birçok Ermeninin bile konuşamadığı eski Ermeni dilini çok güzel konuşan bir bilgin. Diğeri ise 20 yıl kadar Anadolu'da kalıp ilim tahsil etmiş olan, çok iyi Yunanca ve Latince bilen Don Stefhan. Her ikisi de Hazret-i îsa'nın emirlerinden dışarı çıkmayan, dindar ve aynı zamanda pekçok fakir fukaraya yardım elini uzatan vicdan sahibi insanlar. İsfahan'daki bilginler ve ileri gelenler tarafından da sevilip saygı görüyorlar. Çevredekiler onları ahlâkları, yerinde davranışları ve dürüstlükleri yüzünden öylesine çok seviyorlar ki onlara en içten dostluklarını veriyorlar. O kadar hoşsohbet ve vefalılar ki yerli yabancı herkes onlara yakınlık gösteriyor. Hiç kimseden bir şeylerini esirgemeyecek kadar cömertler. Sofraları her zaman herkese açık. Evlerinden gece gündüz misafir eksik olmuyor. İtalyanca ve Fransızcayı da gayet güzel konuşuyorlar. Culfa'da aynca Biztûnî adında hoşsohbet, melek gibi güzel yüzlü, birçok dilde okuyup yazabilen, iyi bir tarih bilgisi olan İspanyol bir hekim de var. Culfa'da yaşayan bu üç kişi de etraflarındaki tüm fakirlere yardım edip onlarla sohbet ediyorlar. 66 66Farsça metin, s.13-14.29 Kûşk-i Zer'den İmamzâde İsmâ'ü'e kadar su bol ve yol taşlık. Zifirî karanlık bir gecede dik bir yamaçta yürüyordum. Engebeli bir yoldu. Yukarı çıkarken bir ara hayvanm kesinlikle geçemeyeceği bir yere vardım. Ancak yürüye yürüye çok şükür sapasağlam bir vaziyette dağın tepesine ulaşabildim. Sabahleyin aşağı inerken yeşil, kırmızı, siyah, san renkte gül, muşmula ve badem ağaçlan gördüm. Dağm yamacı yemyeşildi. Her yer göz alabildiğine çimen ve sazlıkla kaplıydı. Hepsi de duvar gibi sıra halinde uzanıp gidiyorlardı. Sazların tepesinde yumuşak bir bitki topluluğu vardı. Rüzgârın onlan savurup dağıtması güzel bir manzara oluşturuyordu. Çayırın ve sazlığın etrafında gürül gürül çeşmeler akıyordu. Pırıl pınl sular kristal tanecikleri gibi yeşilliklerin üzerinde akıp gidiyordu. Ben de bu görüntüler arasında etrafımı seyrede seyrede yavaş yavaş dağın tepesinden aşağı inip o güzel yere ulaştım. Şiir ( Fa'ilâtun, Mefâilun, Fe'ilun ) Rüzgâr ağaçların gölgesinde Rengârenk halısını serdi. Orayı görünce memleketim aklıma geldi. Bir süre hayallere daldım. Orada bir saat kadar oturdum. Kendi kendime keşke sonsuza kadar burada kalsam dedim. İran'da bulunduğum yirmi yıl süresince şu ana kadar bu güzellikte bir yer daha görmemiştim. O büyüleyici mekanı her zaman yüzümde bir gülümsemeyle hatırlarım. İmamzâde İsmâ'il eski binalardan biridir. Buranın halkı oldukça varlıklıdır. Burada maddi durumu iyi olmayan birine rastlanmaz. O köyün balı dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmuyormuş. Bu yüzden oradan birkaç kutu bal satın aldım. Rengi kristal gibi pınl pırıl ve berraktı, kokusu ise fesleğeni andınyordu. 67 67 Farsça metin, s.15-16.30 Mâyîn'den Kenâre'ye kadar çok güzel renkte ama bir o kadar da zayıf bir atın üzerinde geldim. Tüyleri kadife gibiydi. Fakat Allah hiçbir kuluna vermesin bir rahatsızlığı vardı bu atm. Zavallı hayvan yolda giderken bir uyuyup bir uyanıyordu. Ben de maalesef böyle bir atın üzerinde yolculuk etmek zorundaydım. Kenâre'ye sapasağlam varınca bir kez daha Allah'a şükrettim. Kenâre'ye gelirken yol üzerinde bir dağın tepesinde sağlı sollu harap vaziyette iki kale gördüm. Dediklerine göre o kalelere giden üçyüz atlıdan bir daha hiç haber alınamamış. Uzunluğu 40, genişliği ise 10 İngiliz mili olan Sahrâ-yi Merv Deşt'te su boldu ve her taraftan su akıyordu. Burarım Taht-ı Cemşîd'e yakın olduğunu daha önce bir kitapta okumuştum. Burada ayrıca sürekli akmakta olan birkaç ırmak da vardı. Kenâre'de daha sonra beraberce Taht-ı Cemşîd'e gideceğim bir mollayla tanıştım. Molla:“Şimdi zamanı değil, yarın gideriz.”dedi. Taht-ı Cemşîd'in sütunları Kenâre'den görünüyordu. Onları görünce oraya gitme isteğim bin kat daha arttı. Eğer geç olmasaydı tek başıma giderdim. Geceleyin heyecandan uykum kaçtı. Sabaha kadar hayalimde sütunlar, birbirinden ilginç yapılar ve tuhaf şekiller görüp durdum. Güneş doğarken mollaya seslendim, beraberce yola koyulduk. Yolda İmâret-i Şeyh Hân-ı Zend'i gördük.“O hayattayken buraya yolu düşen her yabancı mutlaka Şeyhali Han'ın misafiri olurdu.”dediler. 68 ŞİRAZ Daha sonra sevinç içinde etrafımı seyrede seyrede Şiraz'a girdim. Kâğıdım olmadığı için bir kervansarayda konakladım. Yüce makamlı Kevamu'd-devle Mirza Takî'ye bir adam gönderdim. Mirza Takî adamıma İngiliz Albay Şiy Sahib'in madam her ne zaman gelirse gelsin kendisini evimde seve seve misafir ederim dediğini söylemiş. Önceden onun evine sadece birkaç defa gittiğim için bu duruma şaşırdım, ama yine de Şiy Sahib'in evinde kaldım. Şiy Sahib ve ailesi gelişime çok sevindiler. Şiraz'da yaşayan bir Avrupalı olarak tüm yabancı ve misafirlere gösterdikleri ilgi ve sevgiyi benden de esirgemediler. Altı ay boyunca 68Farsça metin, s. 16- 17.31 onların evinde kaldım. Ev, mermerden yapılmış iki havuzu ve içinde türlü narenciye ağaçlarını barındıran iki geniş bahçesi olan çok güzel bir evdi. O bahçelerde İran'da hiç görmediğim değişik cinste ağaçlar vardı. Bu ağaçları görmek beni son derece mutlu etti. Şiy Sahib'in Gürcü olan eşi ve kızı benimle çok ilgilendiler. Şiy Sahib'in eşi çok marifetli, güzel ve bir o kadar da hoşsohbet bir hanımdı. Orada bulunduğum süre içinde görülecek her yere gittim. İmâret-i Kerimhân'ı, Hakim Hüseynali Mirza'nın aynalı köşkünü gördüm. Mescid-i Kerimhân'ı, çarşıları, Mescid-i Nov'u, Medrese-i Hân'ı, Mescid-i Sipehsâlâr'ı, tekkeleri, şehirdeki mevcut binaları kısacası görülmeye değer ne varsa hepsini dikkatle inceledim. Ertesi gün şehir dışma çıkarak Sa'dîye, Hafızîye, Çihil Ten, Heft Ten ve Cihânnümâ-yi Kerimhan gibi yerleri ve bir dağın tepesinde yer alan ve şehre adeta tepeden bakan Kaçar tahtını gördüm. Bağ-ı Nov'un binaları güzeldi ve resimlerle süslenmişti. Küçük küçük havuzları ve sekiz tane büyük gölü vardı. Bahçe birkaç kattan ibaretti. Sayısız basamaklardan sürekli su akmaktaydı. Her katta ayrı bir nehir ve her nehirde de ayrı ayrı fıskiyeler vardı. O bahçe bahar mevsiminde nergis, sümbül, lale ve çeşit çeşit narenciye ağaçlarıyla adeta cennetten bir köşeyi hatırlatıyor insana. Şiraz'm güney tarafında eskiden kalma iki şey gördüm. Biri üzerindeki taş işlemeleriyle Taht-ı Cemşîd'i andıran ve üç tane dergâhı olan Kasr-ı Ebu Nasr, diğeri ise Berm Dilek'ti. Dağın kemerindeki bir çeşmenin kenarında taş oymalı kıyafetleri Sasanîleri çağrıştıran insan resimleri gördüm. Şiraz'da bulunduğum süre içerisinde aklı başında, hüner sahibi ve bilgili iki kişi ile tanıştım. Biri Muhammed Ali Han Nevvâb-ı Hindî, diğeri de Muhammed Şah'ın ordusunda defterdar olarak görev yapan gazeteci, yazar Mirza Salih'in kardeşi Mirza Muhammed Ca'fer idi. Bu kişi çok bilgili, hoşsohbet ve sağlam karakterli bir insandı. Evine her gidişimde ona olan sevgim ve saygım bir kez daha arttıyordu. Bahar gelince Şiy Sahib, Teng Çegân'ı görmek üzere Albay Mekinson Sahib'in yanına Kâzerân'a gitmişti. Bu sırada bana uzun uzun Şâpûr'un mezarından bahsetmişti. Orayı görmek istediğimi söyledim. Şiy Sahib bunun32 üzerine biraz sinirlenerek :“Ben oraya yanımda yirmibeş askerle korka korka gidiyorum. Siz tek başınıza nasıl gideceksiniz?”dedi.“Allah bana yardım eder, korkmam ben”dedim. Öte yandan Mekinson Sahib:“Serâbehrâm ve Firûzâbâd'da İngilizin resmini yapamadığı eskiden kalma garip şeyler varmış”dedi. Şiy Sahib benim ne kadar istekli olduğumu farkedince:“Hanım! Yoksa siz delirdiniz mi? Orada vahşi hayvanlar insanları öldürüp paramparça ediyorlar”dedi.“Öldükten sonra ister evde olmuş ister çölün ortasında, ha bugün olmuş ha yatın, ne farkeder ki? İnsanlar Allah'ı görmeden dünyadan bîhaber ölüp toprağın altma giriyorlar”dedim. Gençliğimde resim dersleri almıştım, ama uzun süredir resim yapmadığımdan olacak elim körelmişti. Şiy Sahib'in evinde Ahmed adında bir ressam vardı. Şiy Sahib ve ailesi Bağ-ı Nov'a gidince ben de oradan karısı Avrupalı bir bayan olan Hacî Abbas'm evine gidip, tam onbeş gün orada kaldım. Muharrem ayı idi. Her gün taziye tekkelerine gidiyordum. Kati günü Mescid-i Nov'a gitmek isteyince“Orası şimdi mahşer yeri gibi kalabalık olur, sakın yalnız gitme. Bir gün orada damdan Ermeni bir kadın düştü de kadının Ermeni olduğunu anlayınca onu linç etmeye kalktılar. Hem orada öyle bir kalabalık olur ki kımıldayacak yer bile bulamazsın”diyerek beni vazgeçirmeye çalıştılar.“Ben giderim, bir şey olmaz. Allah beni korur”dedim ve tek başıma oraya gittim. Oraya vardığımda gördüklerim beni hayretlere düşürdü. Bana çok garip gelen bu taziye töreninde süslü sancaklar ve özenle hazırlanmış tabutlar vardı, ayrıca İmam Hüseyin'in köleleri de oradaydılar. Birkaç gün sonra bir at, bir katır ve bir de Berâder-i 'azîz adında bir eşek kiraladım. Sürüyü önden yollayıp bir hizmetçi ve ressamla beraber yürüye yürüye kaleden çıktım. Ancak kalenin kapıcısı bize engel olmak istedi.“Fatiha okumak için kabristana gidiyoruz”deyince çıkmamıza izin verdi. Ressam Ahmed mekkârîciye seslenerek“Eşeğe benim için göz kulak ol ”dedi. Ahmed'in sesini duyan eşek sanki ona karşılık verip de onu yanına çağırır gibi içler acısı bir sesle anırdı.“Bak, berâder-i 'azîz'in ey sevgili dostum gel de artık beni bu ayrılık derdinden kurtar diye sana selam gönderiyor”diye Ahmed'e33 takıldık. Sonra sürüye yetiştik, atlara binip Şiraz'a bir fersah kadar uzaklıkta bulunan Bağ-ı Şah Çerâğ'a gidip orada kaldık. Ertesi gün yoldaki bekçi karakolunda geçmemize engel oldular.“Şah Selman'ı ziyaret etmeye gidiyoruz”dedim. Sonra Hâne-yi Zînân'a doğru yola koyulduk. Hâne-yi Zînân'da kaldığımız süre içinde hava hep soğuktu. Manzaranın resmini yapmak için çatıya çıkmıştım. Aşağı indiğimde ressam Ahmed“Abamı çalmışlar”diye bağırdı. Sürekli söylenip duruyor, saçma sapan hareketler yapıyordu.“Rüzgâr çatıdan düşürmüştür, kabileler de almıştır”dedim. Sonra abasını kavga dövüş kabilelerden aldı. Derviş Ali Muhammed-i Şirazî'nin oğlu olan Ahmed, resim yapma konusunda gerçekten de çok yetenekliydi. Otuz yaşmdaydı ve esrar içiyordu. Tabii esrar içtiği için de nefes darlığı çekiyordu. Sürekli hasta ve yorgun gözüküyordu. Kısa boylu, zayıf vücutlu ve neredeyse yeşile çalan sarımtırak bir yüzü vardı. Siyahlaşmış olan gözbebekleri adeta uyuşuktu. Göz altları iyice çukura kaçmıştı. Burnunun ucu ise incecikti. Gözünde, yüzünde ve burnunda adeta savaş izleri vardı. İkiyüzlü ve aksi bir insandı. Biriyle herhangi bir konuda anlaştığı pek görülmüyordu. Eğer o an için yapacak bir işi yoksa, üstüne üstlük bir de esrar içmemişse insanlara sataşıp duruyordu. İki kişinin konuştuğunu görmeye dursun hemen yanlarına gidip onları dinler ve“Sanırım benim hakkımda konuşuyorlar”derdi. Son derece kötü kalpli ve etrafındaki herkesi kendine düşman sanacak kadar da şüpheciydi. Kim ne yapmış ne etmiş, kimin ne sırrı varmış hepsini bilmek istiyordu. Kimi zaman aklı başında, hoşsohbet, kendi işleriyle alakadar biri gibi davranırken aniden tam tersi davranışlar sergileyip herkesin kafasını karıştırıyordu. Kısacası saati saatine uymayan biriydi. Daha önce kimsede görmediğim kadar değişken bir karaktere sahipti. Geceleyin atıma bindim. Mekkârici“Bu yol aslan ve kaplan dolu. Gece gitmeseniz daha iyi olur”dedi.“Madem vahşi hayvanlardan bu kadar korkuyordun ne diye evinden dışarı çıktın?”dedim. Sabah olunca atıma binerek Deşt-i Erjen'e gitmek üzere yola koyuldum. 69 69 Farsça metin, s.20, 21, 22, 23.34 DEŞTİ ERJEN Deşt-i Erjen'de Molla Ebu'l adında birinin evinde kalıp, bir süre dinlendim. Orada gördüğüm güzel bir kızın portresini yaptım. Köyün karşı tarafında Kuh-ı Sorh adıyla bilinen ve bir sütunu andıran bir dağ vardı. Dağın eteğinde bol balığı olan bir gölet gördüm. Dağın etrafında İmamzâde köyüne ve Şah S elman çeşmesine yakın bir mağara dikkatimi çekti. Eskiden gelişmiş bir yer olan o köy, sonraları çevresinde hırsızlık ve yankesicilikle nâm salmış olan Veli Han Lormumesnî'nin birkaç saldın ve yağmasıyla mahvolmuş. Bugün köy yıkık dökük ve evsiz barksız kalan halkın tümü de fakir. 70 KOTEL-İ PÎRZEN VE KELÛNÎ Kotel-i Pîrzen'de bir harabe vardı. Hüseyinali Mirza'nın ailesinden Timur Mirza'nın annesi oranın onarımını yaptırmış. Timur Mirza da o tepede çeşme suyunun oraya aktığı iki havuz yaptırmış. Eğer orada o su ve kervansaray olmasaydı oraya yolu düşenler aşırı sıcak ve soğukların etkisinden paçayı kurtaramazlardı, imkansızlıklar yüzünden Kelûnî'ye inişli çıkışlı tamamen taşlık ve etrafı ormanlarla kaplı bir yoldan gittik. Kelûnî'de köye yakın bir evde konakladık. Buranın suyu dağdan gelen mermerden yapılmış bir havuzu da vardı. Bir ara herbirinin ayrı bir derdi olan birkaç köylü kadın geldi ve“Siz doktor musunuz?”diye sordular. Ben“Hayır”dedim. Ahmed“Ben doktorum”dedi.“Neden yalan söylüyorsun, Ahmed?”dedim. Muhammed Hüseyin adındaki adamım gülümseyerek“Zavallı müslümanları kandırmasana ”dedi. Bunun üzerine Ahmed“ Siz susun, ne kazanırsam paylaşırız”dedi. Sonra tekrar kadına dönerek“Ben tıpla ilgili bir kitap okumuştum. Orada rahatsızlığı olan güzel bir kadın vardı”dedi. Kadınlardan biri“Beni tedavi et”dedi. Ahmed ona anne ve babasının isimlerini sordu, kadın söyledi. Ahmed kalemliğinden bir kalem çıkarıp kafasında kaba taslak bir hesap yaptı ve kadına yumurta yazdı. Kadın yüzü kıbleye dönük bir şekilde ayakta duruyordu. Ahmed bir kadeh getirdi ve yumurtayı kadının kafasının üzerinde dolaştırdıktan sonra kadehin kenarına 70 Farsça metin, s.24.35 vurup kırdı. Beyazını şansından ayırıp kadının yüzüne sürdü ve kabuklarını da bir kâğıda sarıp kadına bu kâğıdı koluna bağlamasını tembihledi. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Sonunda iyiden iyiye sirke dönüşen bu manzara karşısında kendimi koyverip kahkahalarla güldüm. Daha sonra bir parça kestaneli ekmek yedim. Rengi siyah olan bu ekmek insanın boğazıyla göğsünü cayır cayır yakıyordu. Kelûnî'den aşağıya inip Kâzerân'a doğru hareket ettim. Kelûnî'nin bitiminde ağaç ve yeşilliklerle dolu olan Deşt-i Berem dedikleri bir ovaya ulaştım. O tepeyi Hüseynali Mirza'nın ailesinden Timur Mirza'nın annesi düzelttirmiş. Zaten orayı onartmamış olsaydı herhalde oradan geçmek çok zor olurdu. Tepenin aşağısına taş üzerine Timur Mirza'nın resmini kazımışlar. Sağ tarafta dağın geçidinde eski bir resim var. Orada Pol-i Âbgîne admda bir köprü var. Köprüden geçilerek diğer tarafta bulunan kabile çadırlarına ulaşılıyor. Öğle yemeği yemek üzere çadırlara gittik. Ben sadece ekmek istedim. Onlar peynir, yoğurt, tereyağı ve ayran getirdiler. Para verdim, almadılar. Bir hayli ısrar ettikten sonra“Misafirlerimizden para almak adetimiz değildir”deyince hayretler içinde kaldım.71 KÂZERÂN Kâzerân eskiden pekçok uygarlığı barındırmış olan ve büyük bir ovanın içinde yer alan bir şehir. İki tarafında çirkin renkli dağlar ve sayısız harabeler var. Buraları Veli Han Lormumesnî'nin harap ettiği ayrıca burada ayda birkaç defa deprem olduğu söyleniyor. Kâzerân halkı fakir, hepsi de perişan haldeler. Geçtiğim her yerde fakirlik gözler önündeydi. İnsanları bu halde görmek beni fazlasıyla üzdü. Kelbali Han adındaki bir imam orada bir bina ve eski tarzda bir değirmen yaptırmış. Kâzerân'ın oldukça çorak bir arazisi var. Bu arazi yakınlarında hayvanların su içmesi için yapılmış olan bir kurna var. Arazinin etrafı büyük ağaçlarla kaplı. O suyu ve gölgelik yerleri görenler elbette çok mutlu oluyorlar. Bunun dışında Kâzerân'da neredeyse adım başı hurma ağaçlarına 71Farsça metin, s.24-25.36 rastlamak da mümkün. Kâzerân'ın hemen aşağısında Kelbali Han'ın ataları tarafından yaptırılan ve Bağ-ı Nazar adı verilen bir bahçe de var. Bağ-ı Nazar'da bahçenin hemen üst tarafına yüksek bir bina inşa etmişler. Burada her birinin çapı bir bâz72 kadar olan narenciye ağaçlan vardı. Cadde boyunca her iki taraftan yükselen ağaçlar güneşin yere vurmasını engelliyordu. Boyu yaklaşık yedi adım kadar olan olan kırmızı güller dikkati çekiyordu. Ağaçlan öyle düzenli aralıklarla dikmişlerdi ki insan onlardan daha güzelini hayal bile edemiyordu. Bahçenin kıbleye bakan tarafında narenciye ağaçlarının yanında pek de belli olmayan bir hurmalık vardı. Kelâferengî caddesinin ortasında suyu temiz olan bir havuz vardı. Narenciyelerin kokusu, bahçenin etrafındaki meydana öyle bir yayılmıştı ki adeta insanın içini bayıltıyordu. Daha sonra oradan Şâpûr'a doğru yola çıktım. Yolda Bağ-ı Seyyid'e vardım. Orada hurma çok boldu. Bahçıvan bana doğru bir şey uzatıp“Bu hurmadan yapılmış bir su kabıdır, bu kapla güzel su içilir”dedi. Ben kaba biraz su boşaltıp içtim, çok güzel kokuyordu. Bahçıvan“Bu erkek hurmadan yapılmıştır. Bunun ortasında dişi hurma ağacma aşılanan bir çekirdek vardır. Eğer aşılarsan iyi meyve verir, yok aşılamazsan meyve vermez. Bu çekirdeği yılda bir defa dişi hurma ağacına aşılamak gerekir”dedi. Biraz bahçeyi seyrettikten sonra Şâpûr'a doğru hareket ettim. 73 ŞÂPÛR Önce kalenin en yüksek tepesine çıktım. Burada inişli çıkışlı kırlan, ırmaklan, ağaçlan ve çeşmeleri hayal ettim. Eski ve yeni birkaç değirmen vardı. Yukan taraftaki bir binada kaldım. Sonra kethüda geldi ve adamıma“Buyrun azık alın ve Şiy Sahib'in kayın validesine söyleyin her ricası bizim için emirdir”dedi. Ben bu sözü duydum.“Benim Şiy Sahib ile uzaktan yakından hiçbir akrabalığım yok. Eğer ben onun kayın validesi olsaydım, herhalde şimdi yanıma bir sürü adam vermiş olurdu. Oysa benim yanımda gördüğünüz gibi sadece iki adam var.”dedim. Sonra onlara biraz para verdim ve tüm istediklerimi getirdiler. İki gün 72Bir uzunluk birimi. ( Baş parmaktan dirseğe kadar ) 73Farsça metin, s.25-26.37 boyunca sürekli yağmur yağdığı için kalede kaldım. O köyün halkının neredeyse tamamının gözleri bozuktu. Üçüncü gün Teng Çegân'a gittim. Dar bir meydanda Lor kavminden birkaç kişi oturmuşlardı. Onların evinde kaldık. Sabahleyin erkenden kalkıp resim yapmak için vadiye gidiyor ve akşam olunca yeniden onların evine uyumaya gidiyordum. Tam dört gün boyunca yaptığım tek iş buydu. Sağ tarafta Mescid-i Kâvûş dedikleri eski bir mescid vardı. Duvarlara üstünde beş inek başı oyması olan bir taş yerleştirilmişti, bu inek başlarından biri aşağı düşmüştü. Tamamen Hind işi olan o mescidin bir tarafında yıkılmış bir kalenin izleri vardı. Orada bütün bunların dışında eskiden kalma pekçok şey daha vardı. Fakat çevredeki otlar ve yeşillikler onların üzerini örtmüştü. Çevresinde sayısız kehrizler ve sözde yeni yapılmış olan çeşmeler de mevcuttu. Vadinin girişinde sağ tarafta Şâpûr döneminden kalma bir şehir ve kalenin izleri görülüyordu. Kalenin ayağındaki vadide bahar mevsiminde geçilmesi imkansız olan bir nehir de vardı. Nehrin suyu denize dökülüyordu. Vadinin ortasındaki suyu tertemiz olan nehrin etrafı baştanbaşa sazlık ve ağaçlarla kaplıydı. Târîh-i Keyhüsrev'i yazan Yunanlılar ona“Sîrûs”ismini vermişler. İran'ın bütün şehirlerini, Mısır'ı, Şam'ı ve diğer pekçok ülkeyi ele geçirip Hindistan'a gitti. Onun fethettiği ülkeleri sayacak olsam herhalde buraya sığmaz.74 Keyhüsrev'den birkaç sene sonra Keyân padişahları Dârâ'nın zamanına kadar her türlü memleketi ele geçirmişlerdi. Yunan imparatoru İskender (M.Ö. 356-323) Dârâ ile savaşıp onu yendi. Böylece bütün İran'ı ele geçirdi. İskender'den birkaç yıl sonra İtalya geldi ve birçok yerleri alıp memleketinin sınırlarım genişletti. İtalya'dan sonra Roma İmparatoru Valeriyan (ölm. 259 veya 260) tahta geçti ve Konstantiniye'yi kendisine başkent yaptı. Batıda bulunan ülke topraklarının çoğunu ele geçirdi. Aynı zamanda birkaç padişahtan da vergi alıyordu. Ne yazık ki kötü talihi onu Şâpûr ile karşı karşıya getirdi. Zavallı Valeriyan'ın kaderinde böyle cesur bir padişaha rakip olup kendisini, uzun ömürlü devletini ve ordusunu mahvetmek de varmış. Valeriyan bütün malını, 74Farsça metin, s. 26-27. T.C YÜKSEKÖĞRETİM KDB0İA HOKUMANKSYOR HERKIZt38 mülkünü ve mirasını kısacası sahip olduğu herşeyi Şâpûr'a terketmek zorunda kaldı. 75 Şiir ( Fe'ûlun, Fe'ûlun, Fe'ûlun, Fe'ûl ) Kötü kader her zaman öfke getirir Semsert bir taşı bile muma çevirir. ĞÂR-I ŞÂPÛR Mağaraya gelip de içeri girmek istediğimizde yaklaşık iki adam boyu yüksekliğinde duvara benzer bir engelle karşılaştık. İlkönce adamlarımdan Muhammed Hüseyin tırmandı ve sonra bir kişiyi daha yukarı çekti. Her ikisi de bellerindeki kuşaklan ucuca bağlayarak aşağı sarkıttılar. Kuşağın bir ucunu belime bağladım, zar zor beni yukarı çektiler. Yukarıdan aşağıya dağın çevresine doğru şöyle bir göz gezdirdim. Buraya varmaya çalışırken geçtiğimiz yollarda ağaç yok denecek kadar azdı ve dikenler birbirlerine öyle kenetlenmişlerdi ki geçmek adeta imkansızdı. Bin türlü sıkıntı içinde kimi zaman elbiselerimi parçalayarak kimi zaman da çeşitli yaralar alarak sonunda mağaraya ulaşabilmiştim. Mağaranın oldukça geniş olan giriş kısmında Şâpûr'un tahtına oturmuş vaziyette taş oymalı bir resmi vardı. Resmin boyu yirmi İngiliz adımı kadardı. Resmin alt kısmı kırılmış ve hafifçe aşağıya doğru eğilmişti. Şâpûr bu resimde okluğunu kemerinin her iki tarafına yerleştirmişti. Resimdeki duruşundan bile ne kadar heybetli olduğu anlaşılıyordu. Derken arabacı“Çabuk dönün, burada sırf kebap yapıp yemek için insanların başmı kesiyorlar”dedi. Biraz etrafı seyredip tekrar aşağı indim. Yolun ortasında“Burada kaplan var!”diye bağırdıklarını duydum.“Hayvanın sizle ne alıp veremediği var? O da bizi seyrediyor işte”dedim.76 MENZÎL-İ FÂMÛR Fâmûr'da Kâmîşî Araplannın evinde kaldık. O gece Şeyh Halef adında bir zâtın misafiri olduk. Ona bir şey hediye etmek istedim, kabul etmedi. Çok 75 Farsça metin, s.27-28. 76Farsça metin, s. 32.39 misafirperver ve içten bir insandı. Oradan Cirih'e doğru hareket ettik. Tam Cirih'e girecekken o köyden elinde bir sopa tutan, güzel yüzlü bir kız çıkageldi ve“Köyümüze gelmenizi istemiyorum, başka bir yere gidin”dedi. Bunun üzerine ressam Ahmed“Ama biz doktoruz. Bu bayan da benim annem. Bize hiç olmazsa bu gece kalabileceğimiz bir ev verseniz”dedi. Kız sustu. Sonra Ahmed'in bir köşede ellerini birbirine vura vura bir şeyler anlattığını gördüm. İnsanlar etrafında toplanmış pür dikkat onu dinliyorlardı. Ertesi gün, sabah erkenden Hânik'e gitmek üzere yola koyulduk. Buranın suyunun içimi güzel ve hazmı kolaydı. Fakat basma buyruk halkı bize yol vermediler. İbrâm'da konakladık. Aradan bu gün geçtikten sonra Cânîâbâd adındaki bir köye gidip bir süre orada kaldık. Burada adamım Muhammed Hüseyin'in ayakkabısını çaldılar. Sorunca da“Köpek almıştır”dediler. Muhammed Hüseyin“Köpek ikisini birden nasıl alır?”dedi ve bastı küfürü. Ortalığın karışacağını anlayınca Muhammed Hüseyin'e“Ha köpek almış ha insan. Ne farkeder?”dedim. Sonra tekrar yola koyulduk. Yolda kurumuş bir nehri ve geniş ormanları olan bir vadiye ulaştık. O vadide yolumuzu kaybettik. Muhammed Hüseyin“Ben yolu biliyorum”dedi. Ahmed“Keşke şuradan biri çıkıp da bize yolu gösterse”deyince mekkârici“Aman ha! Allah esirgesin de bu yolda kimseyi görmeyelim. Burada hırsızdan başka kimse olmaz”dedi. Muhammed Hüseyin'in önderliğinde kabilelerin olduğu yere varıncaya kadar ilerledik, orada bir evde kaldık. Birbirleriyle kavgalı olan kethüda ve mekkâriciyi barıştırdım. Sabah olunca başımızda bir rehber bile olmadan Fîrûzâbâd'a doğru hareket ettik. Gittiğimiz yol iki dağın arasında yer alıyordu. Sol tarafta bir ırmak, onun yanında da bir türbe vardı. 77 BUK'E-İ PÎR HIRKA Biraz harap vaziyette olan o mezara“Pîr Hırka”diyorlardı. Oldukça temiz ve ferah bir yerdi. Suyu, yeşilliği ve ağacı boldu. Muhammed Hüseyin ayakkabıları çalındığı için Ahmed'in ayakkabılarını giymişti ve bizden oldukça ileride yürüyordu. Ahmed çıplak ayak onun peşinden koşturuyor ve“Ayakkabılarımı ver!”diye bağırıyordu. Muhammed Hüseyin yarım fersah kadar 77Farsça metin, s. 35-36.40 önümüzdeydi. Onların birbirlerine yaptıklarını görünce beni gülme tuttu. Ahmed her zaman esrar içiyordu, ama o gün galiba biraz fazla kaçırmıştı. Kendinde değil gibiydi. Kendini yere atıyor ve tıpkı çocuklar gibi ayağmm topuğunu yere vura vura ağlıyor, bir yandan da arabacıya“Muhammed Hüseyin'e söyle ayakkabımı versin”diyordu. Eve gidene kadar güldüm. Yaklaşık ikiyüz adım uzunluğunda olan yoldan at üzerinde geçmek çok zor olmadı.“Allah'a şükür yol iyi de çıplak ayak yürünüyor, ne ağlayıp duruyorsun?”dedim. Çaresiz yan kırgın bir halde ata bindi. 78 KAL'E-İ DOHTER Daha sonra Rüstem'in resmine bakmak için Kal'e-i Dohter'e gittim.“Yol çok bozuk, hırsızlar ve vahşi hayvanlar da cabası. Perili bir yer. Kadının gidebileceği bir yer değil”dediler.“Ben hayatımda cin, peri falan görmedim. Orayı görmeyi çok istiyorum. Bu arada cinlerin meclisine girip onların misafiri olurum, fena mı?”dedim. Hiçbiri razı olmadı. Bir yıl bile sürse orayı görmeden buradan asla gitmem“ dedim. Sekiz gün orada kaldıktan sonra beraberimdeki yirmi kadar güçlü ve çevik erkekle dağın tepesinde yer alan Kal'e-i Dohter'e gittim. Evvela hamamı gördüm. Dağın kemerinde bir insanın bile zorlukla geçebileceği kadar ince ve uzun bir mağara vardı. Hamamın içi karanlıktı. Sadece birkaç mum ve meşale ile aydınlatılmıştı. Hamamın ortasına su dolmuştu. Daha ileriye gidemedim. Ayaklan çıplak iki kişi yukanya çıkıp suyun ortasına iki meşale götürdüler. Hamam büsbütün aydınlandı. Hamamın tamamı taştı. Diğer tarafta geniş bir alan daha vardı. ”Burası hamamın soyunma odasıdır. Oradan sıcak odaya geçilir“ dediler.Bahsettikleri sıcak odayı görmek istedim. Fakat su bana engel oldu. Geri dönmek zorunda kaldım. Kal'e-i Dohter'e gitmek için dağın kemerinden yukan tırmandım. 79 ĞÂR-I NERGÎSÎ Yolun ortasında Ğâr-ı Nergîsî dedikleri bir mağaraya ulaştık. Mağaranın yanında suyu oldukça güzel olan bir çeşme vardı. Burası çok ferah ve güzel bir ^Farsça metin, s.36. ^Farsça metin, s. 37.41 yerdi. Öğle yemeğini orada yedim. İyi vakit geçirdim, birkaç tüfekçi de bize eşlik etti. İki tane keklik vurdular. Sonra kalenin ay ağma geldik. Kale çok yüksek bir dağm tepesindeydi. Dağ boyunca at üzerinde ilerledik. Ancak bir süre sonra atla geçilemeyecek kadar çetin bir yol çıktı karşımıza. Yaklaşık yarım fersah uzunluğunda olan o taşlık yolu yürüyerek çıktım. Dağ yolunda dikenler ve badem ağaçlarıyla dolu bir orman vardı. Eskiden gayet sağlam olan ancak şimdi daha çok bir harabeyi andıran bir kaleye ulaştım. Dört duvarından sadece bir-iki tanesi sağlam kalabilmişti. Ancak dört büyük kemeri hala sapasağlam ayaktaydı. O kalenin yapımında kullanılmış olan beyaz ve sağlam alçıya günümüzde pek rastlanır mı bilinmez. Diğer tarafta Nekkârehâne diye adlandırdıkları bir başka mekan vardı. Sonra dağdan aşağı indik. Bir nehir kıyısına ulaştık. Dağın geçidine ellerinde birer halka tutan ve anlaşma yapan iki padişahın resimlerini yapmışlardı. İki resmin arasına bir şamdan koymuşlardı. Elinde mızrak tutan genç bir adam ise diğer üç kişiyle beraber ayakta duruyordu. 80 MENZÎL-İ KEMÎN Daha sonra Kemîn'e gittim. Orada bir gece kaldım. Ertesi gün Meşhed-i Mâder-i Süleyman'a gitmek üzere yola çıktım. Yunan kitabında bu mezarın eskiden pekçok sütunu olan Keyhüsrev'in mezarlığı olduğu ve İran padişahı İskender'in de orayı ziyaret etttiği kayıtlıdır. Eskiden yapılmış bir şehir olmasına rağmen ondan geriye hala bir şeyler kalabilmişti. İsmi Târîh-i İskender'de de anıldığı üzere ”Pâsârgâh“dır. 81 KEMÎN'E DÖNÜŞ Sonra yeniden Kemîn'e döndüm. Bir evde kalıyordum. Cânî Hân-ı Kemînî'nin kardeşi Fethullah Sultan beni görmeye geldi. Ama ben onu tanımadım. Ona çay yaptım. Gelmişten geçmişten uzun uzun konuştuk. Gurûb vakti ressam Ahmed dehşet içinde içeri girdi ve ”Muhammed Hüseyin bir adamı öldürdü“ deyip geri gitti. Katırcı yavaşça bana doğru gelip ”Hanım, vallahi 80Farsça metin, s.37-38. 81Farsça metin, s.43-44.42 Ahmed'in suçuydu“ dedi. Yerimden fırlayıp doğruca dışarı çıktım. Adamm biri yere düşmüştü ve neredeyse yetmiş kişilik bir insan topluluğu Muhammed Hüseyin'in çevresini sarmış, onu hırpalıyordu. Onu öldürmek istiyorlardı. Bu durumu görür görmez kendimi Muhammed Hüseyin'in yanına atıp o kadar insanın içinde onu bir güzel payladım. Sonra elinden tutup onu yerden kaldırdım ve etrafımdaki insanlara ”Bu zalim adam benim yardımcımdır. Siz hiç merak etmeyin, ben onun cezasını veririm“ dedim ve bu yolla onu kalabalığın arasından çekip çıkardım. ”Senin bu fakir insanlarla ne alıp veremediğin var?“ dedim. Sonra onu kadınların kaldığı bir odaya sakladım. Dışarda insanlar bağırıp duruyorlardı. Bu arada Ahmed gidip gidip geliyor ve ”Ey hanım, Muhammed Hüseyin'e söyleyin çabuk kaçsm, yoksa onu bu gece öldürürler“ diyordu. ”Bu senin suçundu. Adamımı öldüremezler. Eğer Şiraz'a gidersem seni cezalandıracağım, derini ellerimle yüzeceğim“ dedim. Bu sözleri işitir işitmez bin türlü nasihat ve dalkavuklukla ortalığı sakinleştirip ”Ben doktorum. Hastalan tedavi ederim“ dedi. İşin iç yüzünü katırcıya sordum. ”Ahmed bir halı almak istedi, ama parada anlaşamadılar. Sonra, kavga etmeye başladılar. Muhammed Hüseyin tam namaz kılacakken Ahmed'in sesini işitti. Neler olduğunu anlamak için geldiğinde ikisinin dövüştüklerini gördü. Ahmed ona“Yoksa ben sizden değil miyim de bu adam bana sebepsiz yere küfredip, vuruyor?”dedi. Muhammed Hüseyin adama“Malını al ve çabuk buradan git. Artık insanları daha fazla rahatsız etme”dedi. Sonra o adam Muhammed Hüseyin'e küfretmeye başlayınca Muhammed Hüseyin de dayanamayıp onun yüzüne bir tokat attı. Derken birbirlerine girdiler. Muhammed Hüseyin adamm kafasına sopayla vurdu, adam yaralandı. Ahmed ortalığı yatıştırdı, fakat suç zavallı Muhammed Hüseyin'in üzerine kaldı.“ O gece sabaha kadar çok zor geçti. Kadınlar toplanıp yanıma geldiler. ”Birbirimizin dilini bilmiyoruz, siz en iyisi Doktor Ahmed'in yanına gidin“ dedim. Sabah tam gitmeye hazırlanırken Muhammed Hüseyin'den elli tümen kan parası almaya geldiler. Sonunda bir tümene anlaştılar. Sonra, Teng-i Faruk'a gitmek üzere hareket etttik. Sürekli yokuş aşağı iniyorduk. Bir ara, çok dikkatli yürümemiz gereken çetin bir yere vardık. Yol tıpkı merdiven gibi basamak basamaktı. Birden atımın ayağı kaydı ve atım arkaya doğru oturdu. Sırt üstü yere43 düştüm. Çok şükür ciddi bir şey olmadı. Sanki biri beni alıp sedire oturtmuştu. Güldüm. O gün kimi zaman mutlulukla kimi zaman da güçlüklerle geçti. 82 ŞİRAZ'DAN İSFAHAN'A DÖNÜŞ Şiraz'da bulunduğum süre içerisinde pekçok darbe aldım, kimsenin görmediği yerleri gördüm, az bulunur yerlerin resimlerini yaptım. Tehlikeli yerlerden geçtim, kaplanlarla dolu tepeleri aşıp seyyah gibi coşkun nehirlerde yüzdüm. Kısa bir zamanda baştan başa bütün İran'ı dolaşıp iyi kötü demeden gördüğüm herşeyi not aldım. Loristan ve Fîrûzâbâd'ın tamamım ve henüz yerli halkının bile görmediği tuhaf ve ilgi çekici yerleri büyük bir dikkatle inceledim. Her gittiğim yerde büyük miktarlarda harcamalar yaptım. Cesurca her yere gittim. Ne hırsızdan ve canavardan korktum ne de oktan ve hançerden. İsfahan'a dönerken yanımda bir resim hazinesi taşıdığım ve Bahtîy âlîlerden korktuğum için adeta tavşan uykusuna yatıp bir ay boyunca Hacî Abbas'ın evinde kaldım. Hacî Abbas'ın eşi Avrupalı idi ve benimle aym dili konuşuyordu. Sadece İslamiyeti kabul etmekle kalmamıştı, aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'i ve Farsça harfleri de okuyup yazabiliyordu. Düzgün vücutlu ve oldukça güzel bir bayandı. Hal ve tavırları çok hoştu. Onunla sohbet etmekten çok zevk alıyordum. Ancak Şiî olduğu ve oniki imamı sevdiği için diğer insanlardan ve hatta benden bile ayrı yemek yiyordu. Namusuna düşkün bir kadındı. Akşamları ona seyahatim boyunca gezip gördüğüm yerlerden ve Ahmed'in yaptığı tuhaf ve komik davranışlardan bahsediyordum. Gülmekten kırılıyordu. Aradan bir ay geçip de İsfahan'a gitme vakti geldiğinde aramızdaki güzel arkadaşlık ve sevgi bağı kopacak diye çok üzüldü. 83 82Farsça metin, s.44-45. 83Farsça metin, s.49.44 ŞİRAZ'DAN ZERKÂN VE SÎVEND'E HAREKET Şiraz'dan hareket etmeden önce bir kum fırtınası olmuştu. Bu yüzden bir kervan tutup Şiraz'dan Zerkân'a geldim. Daha sonra Sîvend'e geçip göz ağrımın biraz olsun azalması için sekiz gün boyunca orada kaldım. Sîvend'de bol balığı olan güzel bir nehir vardı. Fakat ne tuhaftır ki oranın halkı balık yemiyordu. Bu arada gözümün ağrısı bana fazlasıyla ızdırap vermeye başlamıştı. 84 BUK'E-İ MÂDER-İ SÜLEYMAN Buk'e-i Mâder-i Süleyman'a gelerek oradan yaklaşık iki fersah uzunluğundaki Sahrâ-yi Morgâb'a geçip bir dağın yalanlarında konakladık. Öğleye doğru uyandığımda adamlarımdan Wcbirinin orada olmadığım farkettim. Sordum soruşturdum. İbrahim'in esrar içip bir köşede uyukladığını, Muhammed Hüseyin'in ise yiyecek bir şeyler almak için kabilelerin çadırlarına gittiğini öğrendim. O yakınlarda Kûh-ı Pîr denilen bir dağ vardı. Kalkıp tek başıma o dağa tırmandım. Üzerine sultanın resimlerinin çizilmiş olduğu taşlar dikkatimi çekti. Dağın o tarafından aşağı indim. Ahmed'in doğru düzgün çizemediği melek resimlerini yeniden çizmek üzere bir fersah kadar yol yürüdüm. İşim bitince geldiğim yoldan geri dönmek istedim. Ancak yolumu kaybettim ve binbir güçlükle kendimi dağın zirvesine attım. Tepede beyaz taştan yapılmış oldukça güzel iki Mecûsî mezarı gördüm. Mezarlardan biri dehliz şeklinde ve büyüktü. Diğeri ise ondan epeyce küçüktü. Hayatımda ilk defa böyle bir mezar görüyordum. Yolumu bulmaya çalışırken pekçok darbe aldım. Mezarın hemen yanıbaşındaki ağacın gölgesinde bir saat kadar oturdum. Neredeyse akşam olacaktı. Artık açlık ve susuzluğa dayanamaz olmuştum. Kaldığımız yere giden yolu bilmiyordum. Uzaktan bir ateş görüyordum, ama aşağı inmek için bir yol bulamıyordum. Can korkusundan nefes nefese oraya buraya koşturup duruyordum. Nihayet dağın tepesinden eteğine düz bir ova gibi inen bir yere ulaşabildim. O yolu görünce geri dönmek istedim, ama dönemedim. Korku ve şaşkınlık içinde tir tir titriyordum. Sonunda çaresiz canımdan vazgeçtim. Kendi 84Farsça metin, s.49-50.45 kendime dağın tepesinden düşüp ölmek burada kaplanlara yem olmaktan, açlıktan ölmekten ya da kaybolduğumu farkeden adamlarımın beni burada ölüme mahkum edip gitmelerinden daha iyidir dedim. Gecenin o karanlığında aşağı inebileceğim bir yol bulma ümidiyle gördüğüm her köşeye gidiyordum, ama bir tek yol bile yoktu. Allah'a sığınıp yere oturdum. Üzerimdeki elbisenin kuşağını çözerek, bir kısmını elimden bir kısmını da topuğumdan geçirdim. Bu halde kaya kaya yukarıdan aşağı indim. Kayarken sivri taşlara ve dikenlere sürtündüm. Elim, ayağım ve vücudumun pekçok yeri ezilmiş, yara bere içindeydi. O sırada beni aramaya çıkan adamlarımın bağırışlarını duydum. Fakat ben aşağı düşüp öleceğim korkusuyla kendimi kaybetmiş bir halde dağm engebeli yerlerinden inerken kendimde değil konuşacak nefes alacak gücü dahi bulamıyordum. Artık iyice baskın çıkan açlığıma dayanamıyordum. Neredeyse ölümümü kabullenmiştim. Ama bir söz vardır. ”Allah'ın verdiği canı Allah alır“ derler. Bana bin tane can bile verseler birini bile böyle tehlikeli ve belalı bir yerde vermek istemeyeceğime emindim. Çaresizlik içinde çırpınıp duruyordum. Biraz aşağı indim. Her tarafta koşturup beni arayan adamlarımın seslerini duydum. Ölüm korkusundan kendim bile zor işittiğim bir sesle cevap verdim. Yeniden seslendiler. Ancak iyice yakınlaştıklarında seslerini duyabiliyordum. Fakat hava karardığı için beni göremiyorlardı. Yorgunluktan bîtap düşmüş bir halde son gücümle bir daha bağırdım ve kendimden geçtim. Sonunda inleyişlerimi, nefes alıp verişlerimi ve hareket edişlerimi duyabilecek kadar yaklaştılar. Ama hala beni göremiyorlardı. Uzun süren çabalardan sonra nihayet beni buldular. Beni eve götürdüklerinde ölü gibiydim. Bütün vücudum yara ve kırık içindeydi. Bugün bile izleri hala duruyor. Birkaç yudum su içtim. İyi kötü konuşabiliyordum, ama hareket edemiyordum. Sonra bana bir lokma ekmek verdiler. Hayatta olduğumu o an anladım. O haldeyken bile o dağın tepesine çıkıp, o iki Mecûsî mezarını görmüş olma düşüncesi beni mutlu etti. 85 85Farsça metin, s.50, 51, 52.46 İSFAHAN'DAN TAHRAN'A HAREKET Sonra Tahran'a gittim. Önce Gez'e, Gez'den Murçe'ye geçtik. Murçe'den sonra Sû'ya gitmek istiyordum. Adamın biri ”Bahtîyârî yolu kapamış“ dedi. Daha sonra gece yansı bir kervan geldi, beni de çağırdılar. Kendi kervanıma ”Madem yolda hırsız var, peki bu insanlar nasıl geldiler?“ dedim. İçlerinden bir kısmının geride kaldığım sonradan anladık. Onları beklediler, ertesi gün Sû'ya gittik. Orada suyu güzel bir çeşme vardı. Bu arada Sahib Koc Dîne, Molla Abdullah-ı Şirâzî ile birlikte beni görmeye geldi. O, Şiraz'dayken benim öğretmenimdi. Akşamleyin adamlarıma ”Yarın bizim bayramımız, Kahrûd'a gidin bir koyun alın da mekkâriciler kebap yapsın. Şöyle hep birlikte hoşça vakit geçirelim“ dedim. Gece yarısına doğru yola çıktık. Muhammed Hüseyin her akşam atımın yularını bağlar, oturduğum yeri temizlerdi. Ama o gece atımın yularını mekkârici bağlamıştı. Tam kervansarayın kapısından çıkacakken ayağı kayan koç atın karnının altına girdi. Atm üzerinden öyle bir düştüm ki kendimden geçmiş bir vaziyette bağırdım. Muhammed Hüseyin koşarak geldi ve beni bir köşeye çekti. Muhammed Hüseyin bir dakika bile geç kalmış olsaydı katırların altında kalıp ezilirdim. Biraz su verdiler. Yine de o halde atıma binip yoluma devam ettim. İbrahim ”Ben zaten yuların kötü bağlanmış olduğunu görünce düşeceğinizi anlamıştım“ dedi. ”Teşekkür ederim, sağlığına duacıyım“ dedim. Orada bulunan bir Ermeni ”Siz çok kötü görünüyorsunuz, isterseniz bu gece kervansarayda kaim“ dedi. ”Zaten bu gidişle ya atın üzerinde öleceğim ya da çölün ortasında" dedim. Sonra Kahrûd'a doğru yola çıktım, Bend-i Kahrûd'a vardığımızda aşağı inecek kadar bile gücüm yoktu. Kollarımdan tutup beni indirdiler. Kâhrûd'dan Kâşân'a, oradan Sin Sin'e, Sin Sin'den Lengrûd'a, oradan Kum'a ve nihayet Kum'dan da Pol-i Dellâk'a vardık. Orada içmeye su bulamadık. Irmağın suyu çok acıydı. Köprüden Kenarekerd'e, Kenarekerd'den de Tahran'a ulaştık. Sû'da düştüğüm günden bu yana durumumda hiçbir düzelme olmamıştı. Tahran'da kalacak bir yerim yoktu. Kendimi güçsüz ve halsiz hissediyordum. Kalacak bir yerim olmadığı ve yol beni fazlasıyla yorduğu için Hacî Zaman'ın evinde kaldım. Oradaki Avrupalı hazretler47 bana her zaman ilgi ve alaka gösterdikleri için kervansarayda daha fazla kalmama izin vermediler. Beni kendi evlerine götürdüler ve bana kalmam için tertemiz bir yer verdiler. Bir ay boyunca göz ağrıları çekerek hasta bir vaziyette orada kaldım. Kum fırtınası biraz azalmaya başlayınca tüm seyyahların, misafirlerin ve aydın ruhlu tarihçilerin yararlanabilmesi için gittiğim her yerde yapmış olduğum resimleri, en ince ayrıntıları ile yaşadığım olayları ve Şiraz seferime ait hikâyeleri bu sayfalan okuyan kişilerin tam bir bilgi elde edebilmeleri için başından sonuna dek kaydetmeye karar verdim.
Özet (Çeviri)
Özet çevirisi mevcut değil.
Benzer Tezler
- Ressam Salvatore Valeri ve sanatı
Painter Salvatore Valeri and his art
ALEV KAHRAMAN
Yüksek Lisans
Türkçe
2005
Sanat TarihiHacettepe ÜniversitesiSanat Tarihi Ana Bilim Dalı
DR. PELİN ŞAHİN TEKİNALP
- Muhammed Burhâneddîn-i Belhî ve Farsça Dîvânı: Tenkitli metin
Başlık çevirisi yok
KASIM EVLİ
Yüksek Lisans
Farsça
2014
Doğu Dilleri ve EdebiyatıKırıkkale ÜniversitesiDoğu Dilleri ve Edebiyatları Ana Bilim Dalı
PROF. DR. ADNAN KARAİSMAİLOĞLU
- Fatih devrinde yerli bir Osmanlı alimi: Şeyhülislam Molla Hüsrev (1400-1480)
A Native Ottoman scholar in the reign of Fatih: Sheikhulislam Molla Hüsrev (1400-1480)
AHMET DEMİR
- Türkiye eğitim sisteminde denetim ve denetmen yetiştirme sürecinin analizi
Başlık çevirisi yok
SEVİM ÖZTÜRK
- XII.-XIII. yüzyıllarda Maturidiliğin Irak, Suriye ve Anadolu'da yayılışı
Spread of Maturidism in Iraq, Sryia and Anatolia in the period of XII. and XIII. ages
İSMAİL ÇEVİK
Yüksek Lisans
Türkçe
2019
DinNecmettin Erbakan ÜniversitesiTemel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı
PROF. DR. SIDDIK KORKMAZ