Geri Dön

Gelişmekte olan ülkelerin dış borç sorunu ve Türkiye'nin dış borçları

Başlık çevirisi mevcut değil.

  1. Tez No: 20094
  2. Yazar: MUSTAFA KARAGÖZ
  3. Danışmanlar: PROF.DR. ARİF NEMLİ
  4. Tez Türü: Yüksek Lisans
  5. Konular: Ekonomi, Economics
  6. Anahtar Kelimeler: Belirtilmemiş.
  7. Yıl: 1992
  8. Dil: Türkçe
  9. Üniversite: İstanbul Üniversitesi
  10. Enstitü: Sosyal Bilimler Enstitüsü
  11. Ana Bilim Dalı: Maliye Ana Bilim Dalı
  12. Bilim Dalı: Belirtilmemiş.
  13. Sayfa Sayısı: 149

Özet

136 ÖZET VE SONUÇ: Uluslararasx ilişkiler İkinci Dünya Savasxnm son bulmasından sonraki dönemde hızla artarken aynı zamanda büyük ölçüde ekonomik nitelik kazanmıştır. Bunda bir yandan dünyadaki doğu-batı bloklaşmaları, öte yandan çok sayıda az gelişmiş ülkenin (Asya, Afrika ve Latin Amerika 'daki birçok ülke) bağımsızlığını kazanması ve dolayısıyla bu ülkelerin az gelişmişlikten kurtulma çabalarına girişmelerinin etkisi olmuştur. Az gelişmiş ülkelerin kalkınması, 1950 'li yıllardan beri Dünya politikasının ve uluslararası ilişkilerin önde gelen bir sorunu olmuştur. Bu yıllarda, az gelişmiş ülkelere dönük olarak sanayileşmiş ülkelerce“kalkınma kuramları”oluşturulmuş; az gelişmiş ülkelerin kalkınma sorununa ilişkin olarak bu kuramların tümünde, bu ülkelerin kalkınamamalarınm nedeni kaynak yetersizliği (döviz kısıtı ve/veya iç tasarrufların yeter - sizliği) olarak görülmüştür. Başka bir değişle, bu ülkelerin bir yoksulluk kısır döngüsü içine hapsedildiği; gelir düzeyinin düşük olması nedeni ile tasarrufların yetersiz kaldığı, bunun da yatırım düzeyini düşürdüğü v.b... Bu koşullarda kaynak yetersizliğinin sanayileşmiş ülkelerin yardımıyla giderilebileceği, diğer bir deyişle dış yardım transferi sayesinde kalkınmayı sınırlayan dar boğazların genişletilebileceği savunulmuştur. Ancak çoğu iktisatçı (kalkınma kuramcısının), dış sermayenin büyüme ve sanayileşmenin hızlandırılmasındaki rolünü kabul etmesine karşın, dış sermaye ile sanayileşme arasındaki karşılıklı ilişkinin biçim ve sonuçları konusunda bir görüş birliği olduğu da söylenemez. Örneğin Latin Amerika kökenli“bağımlılık”okulu, yabancı sermayenin kalkınma üzerindeki etkisine son derece eleştirel yaklaşmaktadır. Yabancı sermayenin kalkınma açısından gerekliliğine tamamen yadsımamakla birlikte, dış finansman gereğinin dışa bağımlılık yaratan mekanizmanın oluşumuna yol açarak, son derece olumsuz sonuçlar doğurduğunu ileri sürmektedir. Diğer yanda ise yabancı sermayenin kalkınmak için kategorik anlamda gerekliliğine savunan iktisatçılar vardır. Bunlar aynı zamanda oldukça basit bir matematiksel model aracılığıyla; kalkınmaya çalışan bir ülke için optimal yabancı sermaye ithalinin ne düzeyde olması gerektiğin ortaya koymaya çalışmaktadır.“İkili açık”(yurtdışı ve yurtiçi tasarruf) modeli uyarınca Chenery ve Strout'un yaptıkları çalışma (1966) buna örnektir. Yabancı sermayenin kalkınmadaki rolüne dikkat çeken bu yaklaşım, büyüme hızını belirleyen başlıca kısıt olarak dövizi, aşırı ve mekanik bir biçimde vurguladığı savıyla eleştirilmiştir. Yukarıdaki iki aykırı görüş arasında yer alan yaklaşımlar da vardır. Örneğin Prebisch, Az gelişmiş ülkelerde büyüme hızının yükseltilmesinin, bu hızdan daha yüksek bir ithalat talebi artışı gerektirdiğine, bunun sanayileşme sürecinde, mamul mal ithali talebini artırmakta, bu eğilimin devamı, kalkınmayı engelleyebilecek ciddi bir darboğaz yaratmaktadır.137 Prebisch dış finansmana yararlı bir rol atfetmekte, ancak bunun gerçek leşebilmesi için, ulusal ve uluslararası düzeyde doğru önlemlerin alınmasının zorunluluğunu belirtmektedir. Dolayısıyla dış finansal kaynaklardan gereğince yararlanabilmek için, bu kaynakların hem büyüklüğü, hem taşığı koşullar az gelişmiş ülkelerin gereksinimlerine uygun düşmeli, bu akımların uzun dönemde sürekliliği sağlanmalı ve bunlar ihracat artışı ve/veya ithal ikamesine katkıda bulunabilmelidir. Yabancı sermaye ile kalkınma arasındaki ilişki, yabancı finansal akım transferlerinin gerçekleşme biçiminden bağımsız ele alınamaz. Dış finansal akımların hangi kaynaklarca yaratıldığı ve hangi özel koşullara bağlı olarak transfer edildiği, bu akımların gerçekleşme biçimini gösterir. Bu bağlamda, II. Dünya savaşından günümüze dış finansal akımların gelişimi az gelişmiş ülkeler açısından incelendiğinde şunları saptayabiliriz: Dış yardım olarak az gelişmiş ülkelere transfer edilen sermayenin İkinci Dünya Savaşına kadar çok sınırlı kaldığı görülmektedir. İlk büyük dış yardımın Birleşmiş Milletler kararlarından esinlenerek 1948 yılında zamanın ABD Dış İşleri Bakanı George Marshall ' m öncülüğünde gerekçekleştirilen“Marshall Yardımı”olduğu ifade edilebilir. Marshall Planı, bir yanda sağlıklı bir Avrupa ekonomisi meydana getirmek; diğer yandan Amerika'yla Avrupa arasında siyasal, ekonomik ve güvenlik alanlarında ortaklığa dayanan bir ilişki kurmak gibi iki yönlü bir amaca yönelen bir politikanın temel taşı olarak görülmüştür. İkinci Dünya Savaşında büyük bir ekonomik çöküntü ile çıkan Batı Avrupa ülkeleri, ABD tarafından uygulanan Marshall Planı bağış yardımı programından yararlanarak 1950'lerin ilk yıllarında oldukça hızlı bir ekonomik gelişme gerçekleştirmişlerdir. Bunu izleyen yıllarda Dünya sınai üretimi ve ticareti tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir gelişme dönemine girmiştir. Ayrıca, bu ülkelerin savaş öncesi dönemdeki üretim düzeylerini aşmalarıyla, sayıları gittikçe artan az gelişmiş ülkelerin kalkınma finansmanına katkı ta bulunmaları olanağı da ortaya çıkmıştır. 1945 sonrası dönemde siyasi bağımsızlık kazanan az gelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğu, korumacı önlemi era dayanan ithal ikameci sanayileşme stratejileri izlemeye başlamıştır. Bu gelişmeyle birlikte dış yardım sürecinde önemli bir değişimi de göze çarpmaktadır. Gelişmekte olan ülkelere yönelik dış finansal akımlar çoğunlukla para sermayesi olarak değil, artık dolaysız yatırımlar biçiminde gelmeye başlamıştır. Daha önce dış finansal akımların çok büyük bölümünü Devletlerin ve kurumların verdikleri uzun süreli dış yardımlar (borçlar) oluşturuyordu. Bu sermaye transferi ile mal ihracı arasında yakın ve ayrılmaz bir bağ söz konusuydu. Başka bir deyişle bu yardım ile az gelişmiş ülkelermal ve hizmet ithalatını gerçekleştirirken, diğer yandan dış yardım veren ülkelerde ihracat olanaklarını geliştiriyorlardı.138 Ancak bir zaman sonra bu tip sermaye transferinin mal ihracını artan ölçüde gerçekleştirmeye yetmediğinin görülmesi ile birlikte sanayi sermayeisi türünden sermaye transferi önem kazanmıştır. Çok Uluslu Şirketlerin ortaya çıkmasıyla başlayan bu süreç, üretimin-yatırım-uluslar- arasılaşmasına yol açmıştır. 1960 yıllaırı Dünya ölçüsünde üretimin uluslararasılaşması sürecini yaşamıştır. Bu süreç içinde batılı sanayileşmiş ülkeler-çok uluslu şirketler-gelişmekte olan ülkelerin imalat sanayii alanında yatırımlara girişmişlerdir. Sanayileşmiş ülkelerde merkezleri ve aynı anda dünyanın çeşitli yerlerinde kendilerine bağlı olarak çalışan şubeleri bulunan çok uluslu şirketler ana ülkeden (merkez) girdi ve teknoloji ithal ederek şube (gelişmekte olan) ülkelerde nihai mal üretimini gerçekleştirmişlerdir.“Nihai ürün”ün çok sayıda parçada meydana gelmesi ve bunların çok çeşitli ülkelerde üretilmesi dolayısıyla“üretimin uluslar arasılaşması”sürecinden söz edilmiştir. Bu yolla gelişen montaj esasına dayalı üretim (yatırım), gelişmekte olan ülkeleri gelişmiş ekonomilere bağlamıştır. Gelişmiş ülkeler, bu bağ sayesined, mal ihraç etmenin ve pazar genişletmenin en güvenilir mekanizmasını bulmuşlardır. İstatistikler de bunun böyle olduğunu göstermektedir. Böyle bir durumda, geri kalmış ekonomilerin yeniden üretim süreci bir yandan görece bir canlanma gösterirken diğer yandan yeniden üretim sürecini gelişmiş ülkelere bağımlı hale getiren bu sistemin, II. Dünya Savaşı 'ndan sonra tasfiye edilen klasik sömürge sisteminin yerine kurulan yeni-sömürgeci sistem olduğu, görüşü de yaygınlık kazanmıştır. 1950 'li ve 1960'li yıllarda dış f inansal akımların önemli bir bölümü gelişmekte olan ülkelere yapılmıştır. Bu ülkeler (ithal ikamesine yönelik sanayileşme sürecinin dış borç ve yabancı sermaye yatırımı biçimindeki sermaye transferi politikasına ters düşmeyen bir tarzda oluşması, başka bir deyişle teknoloji, üretim araçları, ara girdiler ve hammaddlerin önemil bir kısmının ithaline dayalı) yeniden üretim süreci dolayısıyla 1960'li yılların ortalarından başlayarak giderek artan ölçülerde dış finansman (para sermayesi) gereksinimi duymaya başlamışlardır. Bu gereksinim, ülkelerin gelişmişlik düzeyine paralel olarak artmaktadır. Bugün görülmektedir ki, en yüksek dış borca sahip ülkeler orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerdir. (Meksika, Brezilya, Güney Kore, v.b...) Burada şu saptama yapılabilir: Yabancı sermaye girişi ile ihraç malları üretiminin döviz güçlüklerinin rahatlayacağı iddiasına karşıt olarak az gelişmiş ülkelerin (petrol üretmeyen) yabancı kaynaklara olan borçlarının artmaya başlaması, çok uluslu şirketlerin bu ülkelerin borç çıkmazına sürüklenmesinde işlevsel bir araç olduklarını göstermektedir. 1960'li yılların ortalarından başlayarak, giderek artan borç alma (verme) olayı, 1970 'li yıllardaki uluslararası ekonomi ilişkilerinde ortaya çıkan yeni koşullara bağlı olarak, yepyeni boyutlar kazanmıştır.139 1970' li yıllar gelişmekte olan ülkelerin dış borçlarının patlama şeklinde artmasında önemli bir zaman dilimidir. Borçlanma sürecinin 1973'lerden itibaren hızlandığı görülmektedir. Bu durum öncelikle temeldeki borçlanma eğiliminin bir sonucu olmakla birlikte, kriz koşullarının da önemli rolü vardır. Petrol fiyatlarındaki artışlar, uluslararası bankacılık sisteminde ortaya çıkan“yenilikler”dolayısıyla özelleşen finansman ve 1974-1975 yıllarındaki ekonomik resesyon bunların ilk akla gelenleridir. Bu koşullar gelişmekte olan ülkelerin dış borç ihtiyacını artırmış olmakla birlikte gelişmiş ülkelerin de borç verme ihtiyacını artırmıştır. 1973 yılında petrol fiyatlarında ortaya çıkan büyük artışların sonucunda, petrol ihraç eden (OPEC) ülkelerin ellerinde toplanan büyük çaptaki fonları uluslararası ticari bankalar (çok uluslu bankalar) ağında tutmaya yönelmesiyle, bu bankaların ellerinde değerlenme alanı arayan parasal sermaye büyük bir yükselme göstermiştir. Ek olarak, uluslararası bankaların finansman kaynaklarının artmasında, bu, yıllarda ortaya çıkan iktisadi bunalım nedeniyle gelişmiş ülkelerde yatırım yoluyla üretimde değerlenme olanaklarının daralması sonucu üretimden çekilen mali kaynakların da önemli katkası olmuştur. Bu gelişmeler sonucunda uluslararası bankalar gelişmekte olan ülkelere yönelik uluslararası finansal akım transferinde en büyük payı almıştır. Uluslararası banka sisteminin önemli boyutlara ulaşan likidite sorununa çözüm olarak gelişmekte olan ülkelerin borçlandırılmasının bu koşullar altında ön plana çıktığı görülmektedir. Başka bir deyişle, yığılan petro-dolarların yeniden dolaşıma sokulması zorumluluğu böylesi bir süreci yaratmıştır. OPEC fonlarının uluslararası bankalarca petrol ithalatçısı az gelişmiş ülkelere kredi olarak arzına“reeycling”adı verilmiştir. Bu olayda, ana paranın sahibi olarak OPEC ülkelerinin bir“kar'ı”olmakla birlikte, esas“kar”, bu serbest piyasayı çalıştıran uluslararası bankacılık sisteminin olmuştur. Farklı bir ifadeyle amaç, birikmiş fonların borç olarak verilerek faiz üzerinden değerlenmesini sağlamak, borçları borç vererek ödettirmekti. Az gelişmiş ülkelerin borçlandırılmasının temelinde gelişmiş ülkelerin bu ihtiyacı yatmaktadır. Bu gelişme dünya kredi pazarında yeni bir dönemi de başlatıyordu. 1970 'li yıllara kadar krediler genelde mal ve hizmet ithali için verilirken, artık yalnızca faiz için transfer edilmeye başlandı. Böylece para sermayesi, gelişmekte olan ülkelerden kaynak aktarılmasında çok önemli kanallardan biri durumuna gelmiştir. Burada, ayrıca hükümetler yada uluslararası finansman örgütlerince sağlanan kalkınma yardımı ve kredilerin, dolaysız yabancı sermaye yatırımlarının 1970'lerde azaldığım da belirtmek gerekir. 1970' li yıllardan başlayarak az gelişmiş ülkelerin borçlan dırılmasının ikinci bir nedeni, 1974-1975 yıllarında ortaya çıkan Dünya iktisadi bunalımının derinleşmesini önleme çabasıdır.140 Uluslararası banka sisteminin aşırı finansman -likidite- sorununun az geliş miş ülkelerin borçlandırılmasıyla aşılma süreci, iktisadi durgunluk ve dünya ticaretinin daralması biçiminde ortaya çıkan bunalımın hafifletilmesinde bir katalizör işlevine sahip olmuştur. Petrol üreticisi olmayan ülkelerin yaptıkları yatırımlar nedeniyle gelişmiş ülkelere yönelik mal ve teçhizat istemleri artmış, ticarette gelişme kaydedilmiş, kısacası sanayinin çark ları dönmeye devam etmiştir. 1970'lerde dış borç gereksiniminin artmasında, petrol fiyatla rında ortaya çıkan artışların, Batı'daki ekonomik durgunluğun ve enflas yonun gelişmekte olan ülkeler için yarattığı dış ödeme sorunları da etken olmuştur. Ayrıca, bu yıllarda dış ticaret hadlerinin, temel madde fiyatla rının 1975' de yüzde 19 gerilemişinden dolayı hızla bozulduğunu da kay detmek gerekir. 1970-1980 arasında gelişmekte olan ülkelerin cari işlem açığının reel anlamda üç kat büyüdüğü gözlenmektedir. 1970' li yıllarda gelişmekte olan ülkelerin borç kaynaklarında ve koşullarında da yeni bir gelişmenin ortaya çıktığı görülmektedir. 0 za mana kadar, dış yardımların (kredilerin) büyük bir bölümünü devletler ve/ veya uluslararası kuruluşlar verirken, bu kez borçların yaklaşık üçte ikisi uluslararası ticari bankalardan gelmiştir. Bu değişim, elbette kredi ko şullarında da temelli değişimleri beraberinde getirmiştir. Hükümetlerin ya da uluslararası kurumların verdikleri krediler genelde uzun süreli, düşük faizli oranlı iken, özel ticari bankalar yüksek (ve değişken) faizli, kısa süreli mali koşulları içeren kredilere öncelik tanımaktadırlar. Bu koşullar altında gerçekleştirilen borçlanmalar kısa sürede ödemeler den gesini rahatlatıyor olmakla birlikte, gelecekte karşılaşılacak sorunla rın da tohumunu atıyordu. Ve böylece borçlanma sorunu 1980' li yılların başında adeta patlayarak birçok ülke ekonomisinin iflas durumuna getirdi. Yukarıdaki nedenlere alınan kredilerin her zaman verimli kullanılmaması, sanayileşmiş ülkelere sermaye kaçışı da eklenince borç krizi ortaya çıktı. 1970 'li yıllar, genel olarak, dünya ölçeğinde bir dış borç bunalımına tanık olmamıştır. Bazı ülkeler dış borç ödeme darboğazına düşmüşse de, bu olaylar genel boyutta bir“sorun”oluşturmamıştır. 1970' ler, gelişmekte olan ülkeler de büyümenin ve kısmen de ihracata yöne lik sanayileşmenin devam ettiği yıllardır. Gelişmekte olan ülkelerin bu yıllardaki büyümesine ve mal ihracatını arttırabilmelerine bağlı olarak, alınan krediler ve bunların faizleri ödenebiliyordu. Ama 80' li yılların başında (1979-1982) ortaya çıkan dünya ekonomik krizi (ulus lararası ekonomik konjonktürün daralması), gelişmekte olan ülkelerin durumunu derinden etkiledi. Gelişmekte olan ülkelerin gelişme hızla rında, ihracatlarında büyük çapta gerileme ortaya çıktı. Bu gelişme, gelişmekte olan ülkelerin hem dış borçlanma gereğini artırmış, hem de141 borç ödeme kapasitelerini zayıflatmıştır. Bu dönemde gelişmekte olan ülkelerin cari işlemler açığı yaklaşık iki katma çıkmıştır. Bunda 1979 petrol zammının payı büyük olmuştur. Ancak zam sonrasında faiz hadle- lerinin yükselmesi ve gelişmekte olan ülkelerin ihraç malları fiyatlarının düşmesi daha önemli bir payı teşkil etmiştir. Sanayileşmiş ülkeler 1979 petrol şokuna anti-enflasyonist politikaları yürürlüğe koyarak tepki göstermişlerdir. Enflasyonu kontrol altına almak amacıyla uygulanan sıkı para politikası büyüme hızlarının düşmesine ve reel faiz oranlarının büyük boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Ekonomik daralma ile birlikte, dünya ticaret hacminin gerilemesi, koruma cılık, borçlu ülkelerin mamul mallar ihracatını olumsuz yönde etkilemiştir. Petrol ihracatçısı olmayan az gelişmiş ülkelerin ihracatındaki büyüme hızı 1979-80 'in yıllık ortalama yüzde 25'lik düzeyinden 1981 'de yüzde 2. 5 'a, 1982' de ise yüzed -4' e inmiştir. İhracattaki gerileme yüksek faiz oranları ile birleşince borçlu ülkeler ciddi ödeme sorunları ile karşı karşıya kalmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin ihracatına olan talebin gelir esnekliği ile ilgili veriler borçlu ülkelerin OECD ülkelerindeki gelişmelere ne dereceye kadar duyarlı olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Çeşitli araştırmalar dan elde edilen bulgular esnekliklerin özellikle sınai ürünleri inraç eden yarı-sanayileşmiş ülke grubu için daha yüksek olduğunu vurgulamaktadır. Dünya üzerindeki bor (kredi) işlemleri genellikle ABD doları üzerinden yapılmaktadır. 1980' li yılların birinci yarısında ABD doları nın büyük ölçüde değer kazanması, bu koşullar altında gelişmekte olan ülkelerin durumunu daha da zorlaştırıcı bir etmen olarak ortaya çıkmıştır. Bu ülke lerin borçları ABD doları üzerinden işleme tabi olmakta, ama ihracatları yalnızca ABD doları üzerinden gerçekleşmemektedir. Böylece ihracattan elde edilen diğer ülkelerin paraları önee ABD dolarına çevrilmekte ve ABD doları yüksek olduğu dönemlerde bu, ek bir kayba yol açmaktadır. 1987 'nin özellikle ikinci yarısında ABD dolarında kaydedilen büyük değer kaybı, bu etmenin etkisini biraz olsun hafifletmişse de, 5 yıldan fazla bir süre yüksek seyreden ABD doları, gelişmekte olan ülkelerin borçlanma sorununu büyük ölçüde ağırlaştırmıştır. Böylece, borçlu ülkelerin sorç maliyetleri artarken, diğer yönden dış borç göstergeleri de dramatik bir biçimde bozulmuştur. 1980' de başlayan dungunluk hem süre hem de derinlik yönünden 1975' e göre daha ciddi bir bunalım olmuştur. Bazı yoksul ülkelerde finans man olanakları hızla kurumuş ve borç erteleme kaçınılmaz hale gelmiştir. Orta gelirli borçlu ülkeler (Latin Amerika) açısından borç krizi, 1982 'de142 Meksikânm moratoryum ilanıyla başlamıştır. Latin Amerika borç krizinin bu dönemde patlak vermesi bir tesadüf olarak nitelendirilmemelidir. 1982 yılından sonra gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülke lere net kaynak transferi sürecine girmişlerdir. Dünya Bankası rakkamla- rına göre, 1982-87 döneminde gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelere 85 milyar dolarlık net kaynak transferi yapmışlardır. Sorunun ağırlığını ortaya koyan bu rakkamlar, gelişmekte olan ülkelerin 1982 yılına kadar net pozitif kaynak transferi yaparken net negatif kaynak transferi yapar duruma geldiklerini ifade etmektedir. Diğer taraftan bu yıllarda bribirini izleyen borç ertelemeleri istisna değil, kural haline gelmiştir. Resmi alacaklılara olan borçların vade ve ödeme koşulları (vadesiz dönem, faiz) değişik yeni bir plana göre ertelenmeleri, Paris Kulübü adı verilen uluslararası forumlar da gerçekleştirilmiştir. Resmi borç ertelemelerinde, borçlu ülkeyle IMF arasında bir anlaşmaya varılması genellikle 1980'lerin borç ertelemelerinde, geçmişte olduğu gibi,“olmazsa olmaz”koşulu olmuştur. Gelişmekte olan ülkelerin her ne kadar borçları konsolide edilmişse de, ister istemez bir kısmı da ödenmek durumundaydı. Bu nedenle yeniden borçlanmaya devam etmek zorundaydılar. Bu yıllarda ise bu ülkelere yönelik net sermaye akımlarında önemli boyutlarda bir azalma eğiliminin ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle 1982 Latin Amerika borç krizi sonrasında özel kaynaklı kredilerde ciddi bir gerileme söz konusudur. Bu eğilimi değiştirecek boyutlarda olmamakla birlikte, 1980'lerde resmi kredilerin önemi artmıştır. Resmi Kalkınma finansmanının; IMF, Dünya Bankası ve çok-yanlı uluslararası kalkınma bankaları gibi kuruluşların kredilerinden oluşan kaynaklarından yararlanılması, borçların ertelenmesi, borçlu ülkelerin yapısal uyum programlarının öngördüğü ekonomi politikası değişikliklerini uygulamaları koşuluna bağlanmıştır. Yapısal uyum politikaları aracılığıyla borçlu ülkeler, cari işlemler dengesi açıklarını kapatmak ve dış borç ödeme kapasitelerini büyütmek için dış ticaret fazlaları vermeye zorlanmışlardır. Bu, ihracatı artırmaya çalışarak, ithalatı büyük ölçüde baskı altına alarak gerçekleş tirilmiştir. Böylece, dış ticaret fazlaları yaratırken dışa kaynak -net- transfer i yapan ve bu nedenle ekonomik büyümeye fazla kaynak ayıramayan ağır borçlu Latin Amerika ülkelerinde durum bir kez daha kritik noktaya gelmiştir. İthalatın kısilmasıyla birlikte yatırımların gerilemesi ve daha düşük kişi başına tüketim, toplumsal gönencin azalmasına, yoksulluğun yaygınlaşmasına neden olmuştur. Çeşitli Latin Amerika ülkelerindeki toplumsal tepkiler de bunun kanıtıdır. Yatırım harcamalarındaki düşüş ayrıca gelecekteki büyüme potansiyeli açısından bir tehdit oluşturmaktadır.143 Günümüzdeki gerçek, gelişmekte olan ülkeler&mnal tında ezildik leri borç-ödemenin, bu ülkelerde, yeniden üretim sürecini tehlikeye sok tuğudur. Ağır borç ödemeleri gelişmekte olan ülkelerin dövizlerini kurutmak tadır. Ağır borçları ve ticaret açıkları, birçok gelişmekte olan ülkeyi, eski borçları ve/veya faizleri ödemek amacıyla yeni borçlar altına girmek gibi bir kısır döngüye sokmuştur. J£az gelişmiş ülkelerin kalkınma çabalarına yardımcı olmak amacıyla sağlanan kaynaklardan doğan yük, artık gerçekleşti rilmek istenen hedefle çatışır duruma gelmiştir. Gelişmekte olan ülkelere yapılan dış yardımların artmasına rağ men, birçok ülkede ekonomik kalkınmanın istenilen düzeyde gerçekleşememesi ve sanayileşmiş ülkelerle aralarındaki gelişmişlik farkının giderek açılması; konuya yakın çevreleri dış kaynaklara dayalı bir kalkınma modelinin geçerli liği üzerinde düşünmeye zorlamıştır. Borç sorunu, borçlu ülkeler kadar alacaklı ülkeleri de yakından ilgilendirmektedir. Sanayileşmiş batılı ülkeler borç sorununa heniz temelli bir çıkış yolu bulamamakla birlikte, bunun daha uzun süre böyle gidemeyeceğinin de farkındadırlar. Çünkü yalnız borçlu ülkeler alacaklılarına karşı bağımlı durumda değiller; borç miktarı öylesine yüksek oranlara ulaştı ki, alacaklılar da borçlunun likit durumuna git gide daha fazla bağımlı oluyorlar. Borçlu ülkelerin ödemelerindeki -özellikle faiz- önemli bir aksama durumunda, ser mayenin değerlenmesinin gerçekleşmemesi bir yana, bütün bir uluslararası mali sistemin sarsılması imkanlı olabiliyor. Dolayısıyla, alacıklının, kendi çıkar ları için, borçlunun geri ödeme kapasitesinin zarar görmemesine özen göster mesi gerekli oluyor. Bir başka açıdan ise, borçların ödendiği durumunda, sanayileşmiş ülkeler bakımından açık olmadığıdır. Borç ödeyen ülkelerin borç ödemek amacıyla dış ticaret fazlası yaratmaları, bu nedenle ithalatlarında önemli kısıntılar yapmaları, sana yileşmiş ülkelerde önemli büyüme, istihdam ve pazar sorunları (resesyon) yaratacak/yaratan nitelikte... Ayrıca, borç ödeme zorunluluğu içinde olan ülkelerin iç pazarlarındaki daralmanın, bu ülkelerde yatırım yapmak isteyen veya hâlen yatırımı bulunan çok uluslu şirketlerin sermayelerini genişletme olanağını kaybetmelerine neden olması dolayısıyla, bu durum, bundan 15-20 yıl önce gelişme hızları büyük boyutlara varan, ama son yıllarda pek gündeme gelmeyen çok uluslu şirketler ile banka sermayesi arasında bir çatışma noktasına gelindiğini göstermektedir. Borçlu ülkelerin borçlarını ödeyebilmeleri için alacaklı ülkelere karşı bir ihracat fazlası vermeleri (aldıklarından fazla mal satmaları) gerekmektedir. Tekil olarak borçlu bir ülkenin, gelişmiş ülkelere daha fazla mal ve hizmet satması, zaman zaman mümkün olabilir, fakat bütün borçlu ülkeler açısından bu durum sözcüğün en yalın anlamıyla olanaksızdır. Bu, bu ülkelerin tanımına aykırıdır, çünkü, bir kere, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik teknik144 güçleri buna yetmez. Kaldı ki, gelişmekte olan borçlu ülkeler böyle bir ihracat potansiyeline sahip olsalar bile, alacaklı gelişmiş ülkeler, bunun fiilen gelişmesine razı olmazlar. Eğer buna izin verirlerse kendi ülkele rindeki üretim faaliyetlerinde bir daralma olur, sanayileri zarar görür. Bu ülkelerin korumacılığı artırmaları, buna güncel örnektir. Demek oluyor ki, ne borçlu ülkelerin borçlarını ödeyebilecek güçleri vardır, ne de, güçleri olsa bile, alacaklı ülkeler bunların ödenmesi ne izin verirler. Diğer bir deyişle bu durum, borç sorununun tam bir açmazda olduğunu göstermektedir. Öyleyse, bu noktada sorulacak soru kısaca şu: borç sorununa ilişkin başka çözümler mevcut mudur? Hemen belirtelim k|, borçlu ülkelerin bir başına çözümü gereken bir borç sorunları yoktur. Biliyoruz k}., toplumsal yaşamın çözümsüz gibi görünen tüm sorunlarının temelinde bir çıkar çekişmesi yatar. Taraflar ortak davranışlarıyla bunu bertaraf edebilirlerse çözümsüz lük de kendiliğinden ortadan kalkar. Uluslararası borç sorunundaki çözümsüz lük de bunun en iyi örneğidir. Borçlanma sorununun temelinde, az gelişmiş ülkelerin uluslararası ekonomi sistemi' içindeki konumları yatmaktadır. Yukarıda, belirtilen, etmenlerin (dünya ekonomik konjonktürünün daralması, artan korumacılık, f inansal spekülas yonların büyümesi, ekonomik belirsizlik, döviz kurlarındaki ileri boyutlara varan dalgalanmalar gibi) ortaya çıkmamış olduğu varsayılsa bile, borçlanma bueünkü b o^utlarıyla olmasa dahi, yine.de bir sorun olarak ortada.kalacaktı. uuguıiK-u Selışmrş ve gelişmekte olan ülkeler arasında sınai üretim yapısı ve buna bağlı olarak dünya ticaretinin işleyişi ve uluslararası plandaki uz manlaşma bugünkü biçimiyle devam etteği sürece, temel sorunlarla birlikte, borç sorununa a kalıcı bir çözüm bulmanın imkansızlığı artık kabul edilmek tedir. Nitekim şimdiye kadar yaşanan borçların ertelenmesi ve hafifletilmesi türünden deneyler, ancak geçici yararlar sağlayan ve temel sorunları ertele yen bir tedbir olarak görünmektedir. Temeldeki sorunlar çözümsüz kaldıkça hiçbir alanda kalıcı başarı sağlamak mümkün görünmemektedir. Borç sorununu da içeren bu çözüm ise, sanayileşmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasındaki ilişkilerin köklü bir dönüşüme uğr atı İmasını, başka bir deyişle yalnızca az gelişmiş ülkelerin toplumsal ve siyasal yapılarında değil, dünya ekonomi sinin yapısının yeniden oluşturulmasında da silip süpürücü değişiklikleri gerektiriyor. Böyle bir çözümün koşulları ise henüz oluşmuş değildir. Diğer yönden, borçlu ülkelerce borçların ödenmesinin durdurulması bir yana (kurulu ekonomik düzen ve siyasi ağlar içerisinde bu çözüm yolu sanıldığı kadar kolay değildir), borçların anaparalarının silinmesi ve faizle rin düşürülmesi türünden önerilen çözüm seçeneklerini bile alacaklı ülkeler (IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar) gündeme almak istememektedirler.145 Borçluların tümü yönünden bu konunun hiçbir zaman alacaklı ülkelerce düşünül memesi, bu borçların ödenmesi gereken paranın üstünde ve ötesinde bazı amaç lara hizmet ettiğini göstermektedir. Bilindiği üzere, gelişmiş ülkelerin ver dikleri borç karşılığında borçlu gelişmekte olan ülkeyi kendi siyasal amaçları doğrultusundaki yönlendirici çabaları ya da borcu bu gibi siyasal şartlara bağlamaları yaygın hale gelmiştir. Güncel olması bakımından, örneğin, 1982 Meksika borç krizi sonrasında gelişmekte olan ülkelere yönelik krediler kısılırken, çok luluslu ticari bankaların ve çok- taraflı finans kuruluşları nın Türkiye'ye bu kadar“cömert davranmaları”Orta-Doğu'ya yönelik çıkarlar ve Türkiye'nin alt-emperyalist bir misyona hazırlanması gereğiyle yakından ilgili olduğu görüşü öne sürülmüştür. Alacaklı ülkeler her borç verişlerinde karşı taraftan bir ödün alırlar. Günümüzde bu ödünlerin ana çerçevesini IMF belirlemektedir. Borçlu ülkelerin sürekli borç bulma çabası içinde olmaları, IMF 'ye (alacaklı ülke lere) bu ülkelerin ekonomi politikalarını sürekli denetim altında tutma olanağı vermektedir. Dolayısıyla borçların silinmesi gibi çözümler bu sürekli denetimden borçlu ülkeleri kurtarmış olacaktır. Öte yandan, borçlu bir ülkenin, tek başına borçların silinmesi veya borç ödemelerinin durdurulması yönündeki bir çözümü de alacaklı ülkelere kabul ettirmesi olanaksızdır. Böyle bir çözümü öngören bir ülkenin birçok olumsuz gelişmeyi göze alması gerekir. Buna gücü yetmez. Bir kere alacaklı ülkelerin, borçlu ülkenin ihraç ürünlerini boykot ederek, her türlü kaynak akımını durdurarak, her türlü ithalatına amborga koyarak, yurtdışındaki varlıklarına el koyarak, vb. cezalandırma yoluna gitmeleri o ülkeyi perişan edebilir. Ama tüm borçlu ülkelerin ortak hareket etmeleri durumunda, tümüne birden bu tür cezalar da uygulanamaz. Böyle bir ceza, borçlu ülkelere olduğu kadar onu yapan alacaklı ülkelere de zarar verebilir. Görüldüğü gibi dış borç sorununa temelli bir çözüm önermenin salt bir iktisadi çözümleme değil, esasen siyasi çözümlemeyi gerektirdiği açıktır. Baha başka bir ifadeyle," çözümü aranması ' gereken daha güç ve daha - önemli sorun ulusal hükümetlerin ekonomilerini dünya finans sistemine gerek kalmadan dolayısıyla borç veren ülkelerin isteklerine boyun eğmeden nasıl yönetecekleri sorunudur. Bugün Kuzey (gelişmiş ülkeler), uluslararası ekonomik, mali, askeri ve siyasal konularda kendi grup çıkarlarını savunmak için oldukça sıkı bir dayanışma içinde olmasına karşın, az gelişmiş ülkelerin (Güney), Kuzey 'e karşı birlikte davranarak ekonomik sorunlar konusunda yeterince kararlı ve sıkı bir işbirliği içinde oldukları söylenemez. Başını Latin Amerika ülkelerinin çektiği bir grup, birlikte davranarak ve zaman zaman ödememe tehdidini de kullanarak olayı sorgulamakta ve yeni koşullar aramak la birlikte, bu ortak girişimler bugüne kadar sınırlı ve sonuçsuz kalmıştır.146 Borçlu ülkeler kendi aralarında toplanarak, ortak, tek bir yaklaşım üzerinde anlaşarak alacaklı gelişmiş ülkelerin karşısına çıkabilselerdi, önemli bir ilerleme sağlanabilirdi. Az gelişmiş ülkelerin bugüne kadar bu tür sorunlar karşısında birleşerek, sıkı bir işbirliği içinde hareket edememelerinin en önemli nedeni ise, bu ülkelerin farklı koşullarda bulunmalarıdır. Farklı siyasal konumda olmaları, karşılaşacakları önlem (ve mallarına konacak ambargodan) farklı biçimde etkilenecek olmaları,... bunlar arasındadır.

Özet (Çeviri)

Özet çevirisi mevcut değil.

Benzer Tezler

  1. Gelişmekte olan ülkelerde dış borç sorunu ve Türkiye örneği

    Başlık çevirisi yok

    NEDİM TİMUROĞLU

    Yüksek Lisans

    Türkçe

    Türkçe

    1994

    Ekonomiİstanbul Üniversitesi

    Maliye Ana Bilim Dalı

    PROF. DR. ARİF NEMLİ

  2. Türkiye'nin dış borç sorunu ve kriz etkileri

    Turkey's external debt problem and the effects of the crisis

    AYTEN OLCAR

    Yüksek Lisans

    Türkçe

    Türkçe

    2013

    EkonomiHitit Üniversitesi

    İktisat Ana Bilim Dalı

    PROF. DR. GÜLEN ELMAS ARSLAN

  3. Türkiye'nin dış borç sorunu (1984-1995)

    Başlık çevirisi yok

    NECATİ AYDIN

    Yüksek Lisans

    Türkçe

    Türkçe

    1996

    EkonomiGazi Üniversitesi

    PROF.DR. ŞİİR YILMAZ

  4. Gelişmekte olan ülkelerin dış borç sorunu: Türkiye üzerine bir uygulama

    Foreign debt problem of developing countries: An application on Turkey

    KEZİBAN ABİT

    Yüksek Lisans

    Türkçe

    Türkçe

    1999

    EkonomiAtatürk Üniversitesi

    İktisat Ana Bilim Dalı

    PROF. DR. CEVAT GERNİ

  5. 1980 sonrası Türkiye'nin dış borç sorunu ve ekonomik büyüme üzerindeki etkisi

    The foreign debt problem of Turkey after 1980 and its impact on economic growth

    YASEMİN AYSU

    Yüksek Lisans

    Türkçe

    Türkçe

    2011

    EkonomiAdnan Menderes Üniversitesi

    İktisat Ana Bilim Dalı

    YRD. DOÇ. DR. İSMET ATEŞ