Geri Dön

A critical assessment of Turkey's migration regime: Securitization versus human rights?

Türkiye'nin göç rejiminin eleştirel bir değerlendirmesi: Güvenlikleştirmeye karşı insan hakları?

  1. Tez No: 399895
  2. Yazar: KÜBRA AYDINLI
  3. Danışmanlar: DOÇ. DR. OSMAN GALİP YALMAN
  4. Tez Türü: Yüksek Lisans
  5. Konular: Siyasal Bilimler, Sosyoloji, Uluslararası İlişkiler, Political Science, Sociology, International Relations
  6. Anahtar Kelimeler: Belirtilmemiş.
  7. Yıl: 2015
  8. Dil: İngilizce
  9. Üniversite: Orta Doğu Teknik Üniversitesi
  10. Enstitü: Sosyal Bilimler Enstitüsü
  11. Ana Bilim Dalı: Avrupa Çalışmaları Ana Bilim Dalı
  12. Bilim Dalı: Belirtilmemiş.
  13. Sayfa Sayısı: 153

Özet

Bu tez, güvenlikleştirme yaklaşımı ve insan hakları ekseninde Türkiye'nin göç yönetimini incelemektedir. Güvenlikleştirme ve insan hakları sorunsalının göç politikalarının iki ayrı ekseni olduğu literatürde büyük ölçüde kabul görmektedir. Bununla birlikte, göç politikalarının güvenlik boyutunu ön plana alınması, buna karşılık pratikte konunun insan hakları boyunu büyük ölçüde ıskalaması, göç politikası özelinde teori ve pratik arasında bir“boşluk”olduğu tartışmalarını beraberinde getirmektedir. Aslında göç politikası, güvenlik ve insan hakları tartışmalarını aşan, kapitalizmin emek üzerindeki kontrolü ile yakından ilgili bir konudur. Bu çerçevede, göç çalışmalarında kapitalizmin verili alınması, literatürün özellikle zorunlu göç olgusunun açıklamasında oldukça yetersiz kalmasına neden olmaktadır. Sermaye ve finans hareketlerinin liberalleşmesine karşın, emeğin serbest dolaşımının üzerindeki denetim, kişilerin serbest dolaşımı karşısındaki engellerin, kapitalizmin doğası ile yakından ilişkili olduğunun kanıtıdır. Finansal sermaye hareketleri karşısında devletler sınırlarını açarken, (de-bordering) kişilerin serbest dolaşımına karşı sınırlarını yeniden çizmektedirler (re-bordering). Göç alan devletlerin göç politikası, nitelikli emek göçüne sınırlarını açarken,“niteliksiz”olanlar için çok büyük oranda sınırlayıcı ve kısıtlayıcı bir niteliğe sahiptir. Göç politikası özelinde, Batılı gelişmiş devletlerin sınır güvenliklerini arttırması, kontrol eksenli göç yönetimi çabalarının temel bir politika alanı hale gelmesi gibi uygulamalar, sınırların güçlendirilmiş ve yeniden çizilmiş bir hale getirilmesinin iyi birer örneğidir. Bir bütün olarak, göç alan ülkelerin göç politikalarının ortak paydasının, özellikle düzensiz göç politikası bağlamında, kısıtlayıcı ve güvenlik eksenli olduğu söylenebilir. Bu kapsamda, çalışmanın 1. ve 2. bölümleri çalışmanın teorik çerçevesini çizmektedir. Teorik olarak yukarıda anlatılan bir çerçeveye sahip olan bu çalışma, 3 farklı bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde zorunlu ve gönüllü göç ayrımının nedenleri ve bu keskin ayrımın özellikle karma göç dalgaları (mixed migration flows) ve göç-iltica bağı (migration-asylum nexus) gibi göç hareketlerini açıklamakta yetersiz olduğu tartışılmıştır. Bununla birlikte, okuyucuya bir çerçeve sunmak amacıyla gönüllü göç ve zorunlu göç ayrımı temel alınmıştır. Fakat bu çalışma, nedeni ne olursa olsun, ulusal sınırlar içinde olan veya uluslararası sınırları geçmiş, zorla yerinden göç ettirilmiş olan kişileri mülteci olarak kabul etmektedir. Çalışma, özellikle ülkesinde zorla yerinden edilmiş kişiler (internally displaced persons) bağlamında, göç konusundaki isimlendirmenin yetersizliğine vurgu yapmaktadır. Düzensiz, düzenli, yasadışı ve yasal göçmen gibi tanımların, göçmenlerin, sığınmacıların ve mültecilerin insan haklarına saygı gösterilmesinde temel belirleyici olması tartışılmıştır. Göç alan devletlerin ve Avrupa Birliği'nin“düzensiz göçmen”yerine“yasadışı göçmen”tanımlamasını kullanmasının, göçün güvenlikleştirilmesine ve bu kişilerin insan haklarının ihlal edilmesine katkıda bulunduğu savunulmaktadır. Yine aynı şekilde,“yasadışı göç”ün devletlerin politikaları ile belirlenen bir alan olduğundan hareketle, göçmenlerin, sığınmacıların ve mültecilerin koruma ve güvenliğe erişimine ulaşmasında temel belirleyici olmasının sakıncalarına değinilmiştir. Bu kapsamda, birinci bölümde öncelikle gönüllü göç kavramı ve gönüllü göçü açıklamayı hedefleyen ana akım teoriler açıklanmıştır. Buna bağlı olarak, ana akım teorilerin büyük oranda göçe neden olan gelişmişliği ve az gelişmişliği farklı teorik çerçevelerden açıklamaya çalıştığı görülmüştür. Bu kısmın devamında, zorunlu göç ve zorunlu göçün geçirdiği değişim ve dönüşüm incelenmiştir. Nitelik ve nicelik olarak çok büyük bir değişim geçiren zorunlu göç olgusunun, Cenevre Sözleşmesinde tanımlanan dar mülteci tanımını çoktan işlevsiz bıraktığı tartışılmıştır. Bu bölümün son kısmında, uluslararası alanda göç yönetiminin temel parametreleri, mağduriyet yaklaşımı (victimhood approach), devletlerin göç alanında yasal bir yükümlülüğe girmek istememelerinin nedenleri gibi temel meselelere ışık tutularak, göç politikasının teorik çerçevesi çizilmiştir. Bu kapsamda Uluslararası Göçmen İşçiler ve Ailelerinin Haklarını Koruma Konvansiyonu'nun Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği gibi göçmenlerin ve sığınmacıların hedefi olan gelişmiş batı ülkeleri tarafından neden imzalanmadığı tartışılmıştır. Bu kapsamda, göç konusunda, hak temelli bir anlayış yerine mağduriyet söylemli fakat güvenlik eksenli bir yaklaşımın tercih edilmesi, göç politikasının ekonomi-politiğinin incelenmemesi fakat kapitalizmin küreselleşme çağındaki neoliberal formunu verili alınmasının göç çalışmalarının temel çıkmazlarından biri olduğu tartışılmıştır. Çalışmanın, 2. bölümünde, göç politikasının yönetiminde bölgesel boyutun, özellikle düzensiz göçle mücadele bağlamında giderek artan oranda önem kazanması ve Türkiye'nin aday ülke olmasından hareketle göç müktesebatını üstlenme durumunda olmasından dolayı, Avrupa Birliği göç politikasının temel çerçevesi incelenmiştir. Bu çerçevede, Avrupa Birliği göç politikasının teoride insan haklarına vurgu yapmasına ve insan haklarını özellikle düzensiz göçle mücadele bağlamında araçsallaştırmasına karşın, kendi güvenliğini önceleyen, konunun insan haklarını ikincil plana atan, koruma yükümlülüğünü 3. ülkelere transfer etme ekseninde bir politika izlediği tartışılmıştır. Avrupa Birliği göç politikasının dış boyutunun giderek artan oranda aday ülkeler dâhil üçüncü ülkeler için sonuçlar doğurmasından hareketle Avrupa Birliği'nin göç politikası üçüncü ülkeler bağlamında ayrı bir başlık altında incelenmiş ve Avrupa Birliği'nin üçüncü ülkelerle göç alanındaki işbirliğinin temel hedefinin kaynak ya da transit üçünü ülkelerden Avrupa Birliği'ne düzensiz göçün önlemesi olduğu tartışılmıştır. Aday ülkeler özelinde ise Avrupa Birliği'nin koşulluluk ilkesi ile bu ülkelerin göç politikalarının değişim ve dönüşümünde temel belirleyici olması tartışılmıştır. Bu kısmın devamında Avrupa Birliği göç politikasının uluslararasılaşma (internationalization), dışsallaştırma (externalization) ve Avrupa Birliği sınırları ötesinde Avrupalılaşma (Europeanization beyond the borders of the EU) literatürlerinden; Türkiye'nin aday ülke olmasından hareketle“Avrupa Birliği sınırları ötesinde Avrupalılaşma”literatürü temel alınarak eleştirel bir Avrupalılaşma yaklaşımı çerçevesinde, Türkiye'nin 2000'li yıllardan itibaren geçirdiği değişim ve dönüşümün temel dinamiklerine ışık tutulmuştur. Bu kısımda 2000'lerin ilk yarısında Avrupa çalışmaları literatürünün göz bebeği olan Avrupalılaşma yaklaşımının, üyelik perspektifinin kredibilitesini kaybetmesi ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin çıkmaza girmesi karşısında, Avrupalılaşma literatürünün geneline hâkim olan“Avrupa Birliği faktörüne”aşırı bir belirleyici değer atfedilmesinin, Türkiye'nin geçirdiği karmaşık değişim ve dönüşüm süreçlerinde, hangi faktörün hangi şartlar altında nasıl bir değişime sebep olduğunu açıklamakta yetersiz olduğu tartılmıştır. Buna karşılık, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin tarihsel gelişiminden açıkça görüleceği üzere, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin birlikte çalışmaya olanak verecek şekilde yenilikçi yapısı, taraflar arasında göç konusunu da içeren“Pozitif Ajanda”örneğinde olduğu gibi, belirli politika alanlarında işbirliğini mümkün kılmasının dinamikleri açıklanmıştır. 24. fasıl kapsamında müktesebata uyum çalışmalarının göç politikası özelinde, taraflar arasındaki ilişkilerin çıkmaza girdiği bir dönemde ilerleme kaydetmesi bu durum en belirgin örneklerindendir. Yukarıda anlatılan bir çerçeveye sahip 2. bölüm taraflar arasındaki ilişkilerin göç politikası özelinde, Türkiye'den Avrupa Birliği'ne düzensiz göçün önlenmesine odaklandığını fakat nasıl göçmenlerin, sığınmacıların ve mültecilerin insan haklarının ikincil planda tuttuğunu incelemiştir. 3. bölümde Türkiye'nin göç politikası tarihsel bir çerçevede incelenmiştir. Bu bölümün alt kısmında 2. bölümde tartışılan Avrupalılaşma yaklaşımın eleştirel değerlendirmesi, özellikle düzensiz göç bağlamında ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir. Güney sınırlarını koruma altına almak isteyen Avrupa Birliği'nin, düzensiz göçle mücadele konusunda Türkiye üzerinde önemli bir baskı kurması ve özellikle mali yardım aracı ile Türkiye'nin düzensiz göç politikasının şekillenmesinde önemli bir rol oynadığı tartışılmıştır. Bu kapsamda, Avrupa Birliği'nin insan hakları ihlalleri konusunda yoğun eleştiri alan geri gönderme merkezleri ve idari gözetim politikası, Avrupa Birliği'nin mali yardımları ile Türkiye'nin düzensiz göçle mücadelesinin şekillenmesinde temel bir rol oynaması incelenmiştir. Bu tez, düzensiz göçle mücadelenin Avrupalılaşmanın en belirgin olduğu alanlardan birisi olduğunu tartışmıştır. Türkiye ise çıkarları ve politika öncelikleri doğrultusunda, 24. fasıl kapsamında Avrupa Birliği ile ilişkilerinin rayında tutulmasına önem vermektedir. Geri kabul anlaşması, Türkiye'nin vizesiz seyahat ile geri kabul anlaşmasını birlikte okumasına neden olmuş ve Türkiye tarafında göç diplomasisinin (migration diplomacy) ikili ilişkilerde bir pazarlık unsuru olarak kullanılmasına neden olmuştur. Buna karşılık Avrupa Birliği'nin geri kabul anlaşması-vize muafiyeti birlikteliğini reddetmesi Türkiye ile Vizesiz Rejime Doğru Yol Haritası (Roadmap towards a Visa-free Regime with Turkey) üzerinden incelenmiştir. Bu bölümün alt kısmında, Türkiye-Avrupa Birliği geri kabul anlaşması konunun insan hakları boyutunda tartışılmıştır. Ayrıca, Türkiye'nin geri kabul anlaşmasını imzalanmasının arkasındaki motivasyonlarını göstermesi nedeniyle, anlaşmasının Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşme tutanakları incelenmiştir. Türkiye'nin geri kabul anlaşması konusundaki temel kaygısı, Türk vatandaşlarına Avrupa Birliği ülkelerine vizesiz seyahat imkânının sağlanmasıdır. Anlaşmanın Türkiye Büyük Millet Meclisindeki görüşmelerinde konunun insan hakları boyutundan ziyade, Türkiye'nin“yasadışı göçmen deposu”haline geleceği tartılmıştır. İktidar partisi, Türkiye-Yunanistan arasındaki geri kabul anlaşması kapsamında Türkiye'ye geri kabul edilen düzensiz göçmenlerin sayısının azlığı ile kamuoyunu rahatlatmaya çalışmıştır. Her halükarda, geri kabul anlaşmasının etkin bir şekilde uygulanması hem Avrupa Birliği hem de Türkiye için insan hakları ihlallerine neden olabilecek potansiyeldedir. Bu durumun nedenleri, hızlandırılmış prosedür gibi özel durumlar, Türkiye'nin üçüncü ülkeler ile kaynak ve transit diğer ülkelerle geri kabul anlaşmaları imzalama çabasının nedenleri gibi konular bu kısımda incelenmiştir. Ayrıca, Türkiye'nin güvenli üçüncü ülke (safe third country) olma senaryosu incelenmiştir. Bu bölümün son kısmında, Türkiye'nin dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapmasıyla sonuçlanan açık kapı politikası çerçevesinde Suriye krizinde mülteci politikası incelenmiştir. Bu tez temel olarak aşağıdaki iki sorunsala yanıt vermeyi amaçlamıştır. Sorunsal 1: Güvenlik ve insan hakları Türkiye'nin göç politikasında ve bu politikanın değişim sürecinde ne ölçüde belirleyici olmuştur? Sorunsal 2: Türkiye'nin Avrupa Birliği'nin güney sınırlarında konumlanan ve müktesebatı üstlenme durumunda olan aday ülke olmasından hareketle Türkiye'nin göç politikası ne ölçüde Avrupalılaşmıştır? 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan 1951 Cenevre Sözleşmesi ve anlaşmadaki zaman kısıtını kaldıran 1967 Protokolü, mülteci tanımını ırkı, dini, milliyeti ya da belirli bir sosyal ya da politik gruba mensubiyeti nedeniyle zulme uğrayan kişilerle sınırlamaktadır. Soğuk Savaş sonrası dünyada, zorunlu göç olgusu, Cenevre Sözleşmesinde tanımlanan dar mülteci tanımını kat ve kat aşmaktadır. Göç hareketlerindeki niteliksel ve niceliksel değişimin sonucu olarak, göç alan ülkelerin politikaları, konunun yapısal boyutunu ele almaktan çok, mültecilerin kendi ülkelerinde tutulmasını ve/ veya uluslararası sınırları aşmamalarına odaklanmaktadır. Giderek artan oranda güvenlikleştirmeye maruz kalan göç politikası, göçmenlerin, mültecilerin, sığınmacıların insan haklarını değil, devletlerin güvenliğini öncelemektedir. Buna karşılık göç politikası söylemleri ve teorisi, konunun insan haklarını önceleyen bir görünüm sergilemekte ve fakat dünya çapında güvenlik eksenli bir politika göçmenlerin, sığınmacıların ve mültecilerin insan haklarını ihlal etmektedir. Türkiye, uluslararası alanda uzun yıllar boyunca göç veren bir ülke olarak konumlanmıştır. Fakat Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan da öncesine dayanan bir tarihsel geçmişle aynı zamanda göç alan bir ülkedir. 1934 tarihli İskân Kanunu Türkiye'ye ulus ve ulusal kimlik inşasında önemli bir ideolojik ve yasal bir zemin sağlamış, yalnızca“Türk soyundan meskün veya göçebe ferdler”in Türkiye'ye kabul edilmelerine imkân sağlamıştır. Cumhuriyetin ilk on yıllarında, Türk ve Müslüman olanlara dayalı bir ulus devlet politikası güden Türkiye, göç politikasını, ulus ve ulusal kimlik inşasında bir araç olarak kullanmıştır. Güvenlik eksenli bu yaklaşım, gayri Müslümlerin zorunlu göçü örneğinde olduğu gibi, yaygın insan hakları ihlallerine neden olmuştur. Türkiye'nin geçirdiği ekonomik ve sosyal dönüşüm, 1960'lı yıllardan itibaren göç politikasının, işsizlik üzerindeki baskıyı hafifletmek ve ülkeye işçi dövizlerinin girmesini sağlamak için yeniden kurgulanmasına neden olmuştur. Batı Avrupa ülkeleri ile imzalanan işgücü anlaşmaları ile Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca ilke defa Türklerin yurtdışına göçüne tanık olmuştur. Bu durum, göç politikasının devletlerin siyasal, ekonomik ve sosyal durumlarına göre dizayn edilmesinin bir diğer örneğini oluşturmaktadır. Ülkenin, göç ve mülteci politikası ise 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesine konulan coğrafi çekince çerçevesinde belirlenmiştir. Avrupa ülkeleri dışında, özellikle komşu Ortadoğu ülkelerinden kendisine yönelen mülteci hareketlerini, ulusal güvenliğine tehdit olarak gören Türkiye, 2015 itibarıyla Avrupa'da tek ve dünyada ise coğrafi çekinceyi koruyan birkaç ülkeden birisidir. Ülkenin, Doğu ve Batı arasında bir tampon bölge olma korkusu, coğrafi çekincenin korunmasındaki en önemli nedenlerden biridir. Soğuk Savaş sonrasında giderek artan oranda transit ve hedef ülke haline gelen Türkiye, tarihsel olarak sıklıkla mülteci akınına uğramaktadır. Soğuk Savaşın sona ermesi, eski Doğu Bloku ülke vatandaşlarının Türkiye'ye düzensiz emek göçüne neden olmuş ve giderek artan oranda Türkiye'nin varış ülkesi haline gelmesinin önüne açan sürecin başlangıcını oluşturmuştur. Avrupa Birliği'ne komşu olması nedeniyle de, Birliğe geçişte transit ülke olarak kullanılmaya başlanmıştır. Türkiye ayrıca 1980'lerin sonunda itibaren mülteci hareketlerine maruz kalmaktadır. Irak ve Bulgaristan mülteci dalgaları bu kapsamda akla gelen en önemli örneklerdendir. Türkiye'nin özellikle Iraklı Kürt mülteciler ve Bulgar mülteci göçü konusundaki taban tabana zıt politikaları, mülteci politikasının devletin resmi politikaları ve güvenlik tehdit algılamasıyla yakından ilişkili olduğunun en önemli kanıtıdır. Irak mülteci krizinde, ülkenin PKK ile olan sıcak savaşı, o dönem ayrı bir Kürt kimliğinin varlığını inkâr eden ülkemizde, mültecilere koruma ve güvenlik sağlanmasının önünde ayrıca bir engel oluşturmuştur. Bulgar mülteci göçü ise devletin resmi“Türklük”tanımına uyan“soydaşlarımız”Bulgar Türklerine vatandaşlık verilmesi dâhil geniş kapsamlı bir koruma rejiminin sağlanmasını mümkün kılmıştır. Dolaysıyla ülkenin güvenlik eksenli mülteci politikası, kendi içinde bile devletin ideolojik ve politik tercihlerine, güvenlik ve tehdit algılamalarına göre çeşitlilik göstermiştir. Özelikle Iraklı Kürt mülteci dalgası, Türkiye'nin göç ve sığınma politikasına damgasını vurmuştur. Kitlesel mülteci hareketlerine karşı güvenli bölge oluşturulması ve üçüncü ülkelere yerleştirme bu politikanın temel belirleyicisi olmuştur. İltica ve mülteci hareketlerine güvenlik ekseninden yaklaşan Türkiye, konunun insan hakları boyutunu büyük oranda ıskalamıştır. Soğuk Savaş döneminde, Batı blokunun mültecilere sığınma hakkı vermesi, aslında Türkiye'nin mülteciler için geçici bir durak olmasına imkân sağlamıştır. Fakat Soğuk Savaş sonrası dönemde giderek artan oranda sürdürülemez bir hale gelen sığınma ve iltica politikası, 1994 tarihli mülteci ve sığınma yönetmeliğinin kabul edilmesi ile ikincil mevzuatta da olsa, konuya yasal bir zemin kazandırmıştır. Güvenlik kaygılarının egemen olduğu bu yönetmelik, Türkiye'nin geri gönderme ilkesi dâhil, temel koruma ilkelerini ihlal etmesi sonucunu doğurmuştur. Giderek artan oranda insan hakları ihlallerinde bulunan Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde de pek çok dava kaybetmiştir. Bir bütün olarak 1990'ların sonunda sürdürülemez bir hale gelen göç politikası, Türkiye'nin aday ülke ilan edilmesinin ardından müzakerelere başlamak isteyen Türkiye'nin reform sürecine girmesi ile birlikte yeni bir dönemece girmiştir. Bu kapsamda kabul edilen 4.4.2013 tarihli ve 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu, Türkiye'nin göç yönetiminde çok önemli bir dönüm noktasını temsil etmektedir. Güvenlik ve insan hakları dengesini gözeten bu Kanun, coğrafi çekinceyi korumakla birlikte, farklı uluslararası koruma rejimleri ile Avrupa ve Avrupa dışından gelen yabancılara yasal bir koruma rejimi sağlamaktadır. Bu kapsamda mülteci, şartlı mülteci, ikincil koruma rejimleri ile mülteci ve sığınmacıların hakları güvence altına alınmıştır. Coğrafi sınırlamanın korunması, şartlı mülteci kapsamında olan ve Avrupa ülkeleri dışından gelen sığınmacılar için, Türkiye'deki kalış sürelerinin, üçüncü bir ülkeye yerleştirilinceye kadar geçici olmasını yasal güvence altına almıştır. İkincil koruma kapsamında olanlar içinse, Türkiye'deki kalış sürelerine ilişkin Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununda bir değerlendirmeye yer verilmemiştir. Ayrıca, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu kitlesel olarak Türkiye sınırlarına gelen veya sınırları geçen yabancıların geçici koruma rejimi altına alınmasına olanak sağlanmıştır. Fakat geçici koruma rejiminin dizaynı ve uygulanması, Bakanlar Kurulunun 22 Ekim 2014 tarihinde çıkardığı Geçici Koruma Yönetmeliğine bırakılmıştır. Türkiye'nin tarihsel olarak kitlesel mülteci akınlarına sahne olduğu göz önüne alındığında, bir maddede düzenlenen geçici koruma rejiminin kanunen daha ayrıntılı düzenlenmesi gerektiği düşünülebilir. Ayrıca, geçici koruma yönetmeliği uyarınca geçici koruma rejimi altında olanların bireysel koruma talebinde bulunamaması, geçici koruma rejiminin Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununda öngörülen uluslararası koruma rejimlerine bir alternatif olarak dizayn edildiği izlenimi oluşmaktadır. Bu durum ise, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin“Geçici Koruma ya da Kalış Düzenlemeleri Rehberi”(United Nations High Commissioner for Refugees Guidelines on Temporary Protection or Stay Arrangements) uyarınca geçici olması gereken, geçici koruma rejiminin kalıcı bir hale dönüştürüldüğü izlenimini vermektedir. Bir bütün olarak 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile Türkiye'nin göç politikası çok önemli bir değişim ve dönüşüm geçirmiştir. Bununla birlikte Türkiye'nin geçirdiği değişim ve dönüşümün münhasıran Avrupalılaşma lüteratürü üzerinden okuması ve ülkenin ekonomik, politik ve siyasal alanda büyük değişim ve dönüşümler geçirmesine karşın, devletin kimlik politikasının güvenlik ekseninin değişmesinin belirli bir sınırı olduğu 2000'li yıllarda açıkça görülmüştür. Bu durumun en açık örneği devletin resmi“göçmen”tanımlamasında görülmektedir. 2510 sayılı İskân Kanunu 2006 yılında kabul edilen 5543 sayılı yeni İskân Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. Fakat devletin göçmen tanımlaması Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye'ye gelip İskân Kanunu gereğince kabul olunanlardır (5543 sayılı İskân Kanunu, madde 3/d). Dolayısıyla Türk soyu ve Türk kültürü hala, göçmen statüsünü elde etmek için gereklidir. Görünen o ki, 1934 tarihli İskân Kanunundan bu yana ulusal kimlik bağlamında, göçmen kabul edilmenin parametleri pek değişmemiştir. Türkiye örneği, göç politikası aracılığıyla devletlerin tarihsel olarak kendi kimliklerini koruma potansiyeli olan kişileri vatandaşlığa kabul etmesinin bir örneğini oluşturmaktadır. Türkiye'nin Suriye krizindeki açık kapı politikası, ülkenin güvenlik eksenli göç politikasından keskin bir ayrılışı ifade etmektedir. Her ne kadar, Türkiye güvenli bölge için uluslararası arenada çaba gösterse ve açık kapı politikasının Türkiye'nin dış politika hedefleriyle bağlantılı olduğu tartışılsa da açık kapı politikası, gelişmiş Batı ülkelerinin mültecilere kapılarını kapatıp onları kaderlerine mahkûm ettiği bir dönemde takdiri hak etmektedir. Uluslararası toplumun Türkiye dâhil, Suriyeli mültecileri kabul eden komşu ülkeleri yalnız bırakan tavrı, Suriye krizinin çözümden uzak olduğu göz önüne alındığında, Türkiye dâhil mülteciler ev sahipliği yapan bütün ülkeler açısından büyük sıkıntılara gebedir. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin kalıcı çözümleri olan gönüllü geri dönüş, yerel entegrasyon ve yerleştirme, Suriye krizi konusunda ümit vaat etmekten çok uzaktadır. Kriz kısa/orta dönemde çözülemeyeceğinden geri dönüş, Batılı gelişmiş ülkelerin yerleştirme kotalarının absürd derecesinde az oluşu ise yerleştirmeyi anlamlı bir politika aracı olmaktan uzaklaştırmıştır. Dolasıyla entegrasyon, Suriyeli mülteciler için elzemdir. Türkiye, Suriyeli mülteci konusunda entegrasyona yönelik politikalar geliştirmek zorundadır. Bu tez, kalıcı çözümler konusunda dramatik bir şekilde değişme olmaması halinde, entegrasyonun Türkiye için hayati önemde olduğunu savunmaktadır. Aksi takdirde, Türkiye giderek artan oranda mültecilerin güvenlikleştirme ve politik malzeme olarak kullanılarak politizasyona maruz kalacağını savunmaktadır. Ayrıca, ülkenin mülteciler için ayrılan kaynaklarının, Suriyeli mülteciler için kullanılması, Suriyeli olmayan mültecilere sağlanan koruma rejiminde önemli sıkıntıları da beraberinde getirmesi incelenmiştir. Bu durum, giderek artan oranda, mülteci politikası üzerinde baskı kurmaktadır. Bir bütün olarak, Suriye mülteci krizinde izlenen açık kapı politikası nedeniyle Türkiye, Şubat 2015 itibarıyla dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumundadır. Bu durum, uzun yıllar boyunca göç veren bir ülke olarak konumlanan Türkiye'nin, uluslararası göç rejimindeki yerinde çok büyük bir değişime işaret etmektedir. Suriye krizinin çözümden uzak oluşu ve uluslararası toplumun Türkiye'yi yalnız bırakan toplumu, mülteci politikasının, Türk siyasal hayatında önümüzdeki dönemlerde daha belirgin bir rol oynayacağının işareti sayılabilir. Türkiye'nin iltica ve göç politikasının temel belirleyeni coğrafi kısıtlamadır. Doğu ve Batı arasında tampon bölge olma korkusu, coğrafi kısıtlamanın sürdürülmesine neden olmaktadır. Suriye mülteci krizinde Avrupa Birliği'nin sınırlarını birer kaleye dönüştüren politikaları, yerleştirme için sağladığı dalga geçer derecedeki düşük kotalar ve sorunun çözümden uzak olması, mültecilerin Türkiye'de kalıcı görünen varlığı göz önüne alındığında, Türkiye'nin tampon bölge olma korkusunun aslında gerçek olduğunun kanıtıdır. Türkiye'nin Kale Avrupası'nın sınırı olma durumu Suriye krizi ile keskinleşmiştir. Türkiye-Bulgaristan arasında düzensiz göçmen geçişlerindeki dramatik artış göz önüne alındığında, düzensiz göçle mücadele ve mültecilerin düzensiz yollarla Avrupa geçişinin önünün kesilmesi, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin giderek artan oranda düzensiz göçle mücadele etrafında belirleneceğine örnek teşkil etmektedir. Türkiye çok farklı nedenlerle, sınırlarına girişi değil, daha ziyade sınırdan çıkışları kontrol edebilen bir ülke konumundadır. Bu nedenle, göçmenler, sığınmacılar ve mülteciler, üçüncü bir ülkeye yerleştirilinceye kadar Türkiye'de kalmaktadırlar. Uzun yıllar alan bu süreç, bu kişilerin Türkiye'deki kalışlarını arafta bırakmaktadır. Pek çok kişi, Türkiye'de kısıtlı kalmakta ve/veya yerleştirme kotalarının azlığı nedeniyle, Türkiye'de yaşamak zorundadır. Yasal olarak gerekli belgelere sahip olmayan kişiler ise, Türkiye'yi yasal yollardan terk edememektedirler. Zira Türkiye, bu kişilerin kendi sınırlardan çıkışlarına izin vermemektedir. Bu durumda Avrupa'ya ulaşma umudundaki pek çok düzensiz göçmen ve sığınmacı yasadışı yollardan ülkeyi terk etmektedir. Bu durum ise, büyük bir insanlık ayıbı olarak göçmenlerin hayatlarını kaybetmesine neden olmaktadır. Bu durum, Avrupa Birliği'nin Türkiye üzerinde Birliğe düzensiz göçün engellenmesi konusunda baskı kurmasına da neden olmaktadır. Bir bütün olarak, coğrafi kısıtlamayı kaldıran ve Avrupa Birliği ile geri kabul anlaşmasını uygulayan bir Türkiye, Avrupa Birliği müktesabatı gereği yasal olarak“güvenli üçüncü ülke”statüsünde olacaktır. Bu senaryo, Türkiye'nin altyapısı ve kaynakları göz önüne alındığında, göç yönetiminde en büyük zorluklardan birini temsil edecektir.

Özet (Çeviri)

Given the fact that migration policy is shaped by security concerns and human rights, this thesis employs twin axes of securitization and human rights in order to shed light on to what extent both securitization and human rights dimensions have play out in the migration policy making and shape phases of change in the Turkish case. It is argued that since the proclamation of the Republic, migration policy has played a crucial role in the process of nation building and national identity creation and it has responded to the ideological and political preferences of the Turkish state throughout the Republic but has not given due account to the human rights dimension of the policy. However, thanks to the Law on Foreigners and International Protection, Turkey's migration policy has changed profoundly with human rights guarantees for those who are in need of protection and assistance. As Turkey is situated at the external borders of the EU and is a candidate country under the obligation of assuming the acquis, Turkey-EU relations on migration policy is analyzed through a critical reading of Europeanization literature. The thesis argues that even though there are ground-breaking developments with regard to human rights, there is also an increased securitized approach to the migration management, in particular in the area of irregular migration. Finally, within the context of Turkey's new legal migration environment, future course of Turkey's Syrian refugee policy is discussed with reference to the securitization theory.

Benzer Tezler

  1. Depremde hasar almış özel tasarım radyoaktif atık bertaraf tesisinin sezyum ve stronsiyum sızıntısı için modellenmesi ve risk analizi

    Modeling and risk analysis of a custom designed radioactive waste disposal repository damaged in the earthquake for cesium and strontium leakage

    FURKAN ÇINAR

    Yüksek Lisans

    Türkçe

    Türkçe

    2021

    Nükleer Mühendislikİstanbul Teknik Üniversitesi

    Nükleer Araştırmalar Ana Bilim Dalı

    PROF. DR. SEMA ERENTÜRK

  2. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi ile 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerinin boylamsal analiz yöntemi ile karşılaştırılması

    Comparison of 17 August 1999 Marmara Earthquake and 6 February 2023 Kahramanmaraş earthquake through longitudinal analysis method

    MİNE FIRAT

    Yüksek Lisans

    Türkçe

    Türkçe

    2023

    Şehircilik ve Bölge Planlamaİstanbul Teknik Üniversitesi

    Şehir ve Bölge Planlama Ana Bilim Dalı

    PROF. DR. SEDA KUNDAK

  3. Kırsal yerleşmelerde tasarım rehberi-süreç ve değerlendirmeler: Bursa örneği

    Design guidelines for rural settlements–process and evaluation: Bursa sample

    SELMAN KÜÇÜKOĞUL

    Yüksek Lisans

    Türkçe

    Türkçe

    2017

    Mimarlıkİstanbul Teknik Üniversitesi

    Kentsel Tasarım Ana Bilim Dalı

    PROF. DR. HANDAN TÜRKOĞLU

  4. Yerel kapsayıcı politika ve uygulamaların Suriye kökenli göçmenlerin sosyal uyumu üzerindeki etkisi: Zeytinburnu örneği

    The effect of local inclusive policies and practices on the social cohesion of Syria origin immigrants: The case of Zeytinburnu

    PAPATYA BOSTANCI

    Yüksek Lisans

    Türkçe

    Türkçe

    2022

    Şehircilik ve Bölge Planlamaİstanbul Teknik Üniversitesi

    Şehir ve Bölge Planlama Ana Bilim Dalı

    PROF. DR. GÜLDEN ERKUT

  5. Effects of building collapse direction and bridge functionality on road networks following an earthquake

    Bina yıkılma yönlerinin ve köprü hasarlarının deprem sonrasında yol ağlarına etkisi

    BETÜL ERGÜN KONUKCU

    Doktora

    İngilizce

    İngilizce

    2016

    Jeodezi ve Fotogrametriİstanbul Teknik Üniversitesi

    Geomatik Mühendisliği Ana Bilim Dalı

    PROF. DR. MUHAMMED ŞAHİN

    DOÇ. DR. HİMMET KARAMAN