How to understand sovereignty through the prism of cosmopolitan morality
Kozmopolitan ahlak yansımasında egemenliği nasıl anlamalı
- Tez No: 910888
- Danışmanlar: PROF. DR. GÜRCAN KOÇAN
- Tez Türü: Yüksek Lisans
- Konular: Siyasal Bilimler, Political Science
- Anahtar Kelimeler: Belirtilmemiş.
- Yıl: 2024
- Dil: İngilizce
- Üniversite: İstanbul Teknik Üniversitesi
- Enstitü: Lisansüstü Eğitim Enstitüsü
- Ana Bilim Dalı: Siyaset Çalışmaları Ana Bilim Dalı
- Bilim Dalı: Siyaset Çalışmaları Bilim Dalı
- Sayfa Sayısı: 119
Özet
İnsanlık tarihi, büyük dönüşümler ve bölünmelerin etkisiyle şekillenen karmaşık dinamiklere dayanmaktadır. Bu dinamikler, siyasi, ekonomik ve kültürel yapıları sürekli olarak değiştirmiş ve toplumsal örgütlenmelerin evrimini yönlendirmiştir. İnsanlık, çeşitli ihtiyaçlarını müteakip farklı toplumsal ve siyasal birimler oluşturmuş ve bu birimler sosyal, kültürel, ahlaki gelişmeler ve pratiklere göre dönüşümler geçirmiştir. Kabileler, dini cemaatler, sendikalar, siyasi partiler ve devletler, tarihsel olarak farklı türde sosyal toplulukların örnekleri olarak öne çıkmış, her biri kendine özgü kurallar, yapı ve tanımlar oluşturmuştur. Bu bağlamda, çalışmanın içeriğini oluşturabilmek adına özellikle egemenlik kavramının felsefi olarak izlediği yolu ve onun evrimini keşfetmek gereklidir. Egemenlik, günümüzde, devletin siyasi bir kurum olma çerçevesinde düşünülüp, kendi sınırları içinde iç ve dış müdahalelerden bağımsız olarak iradesini uygulama yetkisi olarak tanımlanmaktadır. Ancak, bu anlayış her ne kadar ulus-devletlerin siyasi egemenliğini güvence altına alsa da küreselleşme, sosyal eşitsizlikler, doğa felaketleri, pandemiler ve savaşlar gibi sınırları aşan küresel sorunlar, egemenlik kavramının yeniden şekillendirilmesi gerekliliğini gündeme getirmektedir. Modern dünya, devletlerin iç sınırları içinde bağımsızlıklarını koruma anlayışına dayanırken, bu sorunlar uluslararası iş birliği ve ortak çözüm arayışlarını daha da ön plana çıkarmaktadır. Dolayısıyla, egemenlik kavramının günümüz küresel koşulları göz önünde bulundurularak yeniden ele alınması, toplumsal ve siyasi yapılar açısından önemli bir gereklilik haline gelmiştir. Küresel bir perspektiften bakıldığında, egemenlik artık yalnızca devletlerin içsel meseleleriyle sınırlı bir kavram olmaktan çıkmış, bireylerin ve uluslararası toplumun ortak bir sorunu haline gelmiştir. Bu çalışma, egemenlik kavramının küresel bağlamda nasıl yeniden değerlendirilebileceğine ve bu değerlendirmenin toplumsal yapılar üzerindeki etkilerine odaklanmaktadır. Egemenliğin geleneksel anlayışının artık yeterli olmadığı, yeni kurumsal ve siyasal yaklaşımlar gerektirdiği bir döneme adım atıldığı varsayımına dayanmaktadır. Egemenlik, özellikle Westphalia Anlaşması ve 18. yüzyıldaki Amerikan ve Fransız devrimleri ile temellendirilen ulus-devlet anlayışına dayanmaktadır. Günümüzde ise egemenlik, devletlerin kendi sınırları içinde bağımsızlık ve egemenlik hakkına sahip olmalarını, ayrıca dış müdahalelerden korunmalarını esas alır. Bu anlayış, modern ulus-devletlerin milliyetçilik ve ulusçuluk fikirlerine dayanarak genişlemiş ve dünya genelinde egemenlik ile ilgili tartışmaların temelini atmıştır. Ulus-devletler, birbirlerinden bağımsız ve egemen yapılar olarak küresel siyaset sahnesinde kendilerine sağlam bir yer edinmişlerdir. Ancak 20. yüzyıl ve sonrasında yaşanan gelişmeler, devletlerin egemenliklerinin yalnızca sınırları içindeki meselelerle sınırlı olamayacağını ortaya koymuştur. Özellikle küreselleşme süreci, uluslararası ticaretin artması, bilgi akışının hızlanması, çevresel sorunlar ve insan hakları ihlalleri, devletlerin egemenlik anlayışının sorgulanmasını gerektirmiştir. Birçok ulus-devlet, yalnızca kendi sınırları içinde hareket edebilecek durumda değildir; çünkü bugünün meseleleri genellikle sınırları aşan, çok uluslu bir nitelik taşımaktadır. Bu değişim, egemenlik anlayışının sadece devletlerin içsel işleyişiyle sınırlı olmadığı bir döneme geçişi işaret etmektedir. Uluslararası kurumlar, devletler üstü bir düzenin kurulmasına katkıda bulunmuş, egemenlik kavramının daha kolektif, küresel bir sorumluluk biçiminde değerlendirilmesini zorunlu kılmıştır. Sözgelimi, Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü ve Paris İklim Anlaşması gibi küresel organizasyonlar, devletlerin egemenlik sınırlarını aşarak ortak bir düzen inşa etmeye çalışmaktadır. Kozmopolitan ahlak, temel olarak tüm insanların evrensel haklar ve eşitlik ilkelerine dayalı olarak bir arada yaşamalarını savunan bir değerler sistemi ve bir ahlaki yaklaşımdır. Bu yaklaşım, insan onurunu ve eşitliğini merkeze alarak farklılıkların bir hak olduğunu savunur, böylelikle her bireyin de haklarına saygı gösterilmesini öngörür. Kozmopolitan egemenlik ise, bu ahlaki düşüncenin siyasal düzeyde bir yansımasıdır ve devletlerin egemenlik sınırlarının ötesinde bir uluslararası adalet ve eşitlik anlayışını barındırır. Kozmopolitan egemenlik, ulus-devletlerin egemenliğinden daha öte bir fikir olarak, bireylerin hak ve özgürlüklerini merkeze alarak dünya çapında bir siyasal birliği önerir. Bu anlayışa göre, insan hakları ihlalleri yalnızca bir ülkenin iç meselesi olarak değil, tüm insanlık için ortak bir sorun olarak kabul edilmelidir. Bu da egemenlik ve ulusal sınırlar ötesinde bir sorumluluk duygusunun ve uluslararası dayanışmanın gerekliliğini vurgulamaktan geçer. Günümüzün küresel sorunları, özellikle iklim değişikliği, salgın hastalıklar, silahlı çatışmalar ve yoksulluk gibi sorunlar, sadece ulus-devletlerin sınırları içinde çözülemeyecek kadar büyük bir nitelik taşımaktadır. Bu durum, ulus-devletlerin egemenlik anlayışını yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Kozmopolitan egemenlik anlayışına göre, bu tür küresel sorunların çözülmesi için ulus-devletlerin iş birliği yapması ve ortak değerler doğrultusunda hareket etmeleri gerekmektedir. Dolayısıyla, kozmopolitan egemenliğin uygulanması, ideal bir felsefi bakış açısını aşarak somut bir çözüm önerisi haline getirilmesi açısından zorlu bir süreçtir. Bu süreç, ulusal egemenlik ile küresel adalet ve eşitlik arasında bir denge kurmayı gerektirir. Devletler, ulusal çıkarlarını savunurken, küresel meselelerde ortak bir yaklaşım benimsemelidirler. Küresel sorunlar ve insan hakları ihlalleri, ulus-devletlerin egemenlik alanlarını aşan bir sorumluluk gerektirir. Bu nedenle, kozmopolitan egemenlik yalnızca teorik bir çözüm önerisi değil, aynı zamanda pratikte küresel iş birliği gerektiren bir sorumluluktur. İnsan hakları, kozmopolitan egemenliğin temel dayanaklarından biri olarak karşımıza çıkar. İnsan hakları, yalnızca ulus-devletlerin iç sınırlarında geçerli olan haklar değil, tüm insanlık için evrensel olarak geçerli olan haklardır. Bu haklar, insanların doğuştan sahip oldukları temel haklar olarak kabul edilir ve bu hakların korunması, uluslararası düzenin temel taşlarını oluşturur. İnsan hakları, sadece bir ülkenin vatandaşları için değil, tüm dünyadaki bireyler için geçerli olmalıdır. Dolayısıyla, bu hakların korunması ve ihlallerinin önlenmesi, yalnızca ulusal değil, küresel bir sorumluluk olarak kabul edilmelidir. Çünkü günümüzde, insan hakları ihlalleri, yalnızca devletlerin iç meseleleri olmaktan çıkmış, küresel boyut kazanan bir hal almıştır. Birçok durumda, ihlaller sadece belirli bir ülkenin sınırları içinde kalmamaktadır; bu ihlallerin etkileri, sınırları aşarak başka ülkelerde de hissedilmektedir. Örneğin, savaşlar, iç savaşlar, etnik soykırımlar ve diktatörlükler gibi devlet içindeki siyasi ve sosyal baskılar, sadece o ülkenin halkını değil, çevre ülkeleri de etkileyebilir. Göç hareketleri, mülteci krizleri, siyasi sığınmacıların durumu gibi konular, bireylerin ulusal sınırları aşarak diğer ülkelerin topraklarına da taşınmaktadır. Bu tür küresel insan hakları sorunları, küresel bir müdahale gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bir örnek olarak iklim değişikliği düşünüldüğünde, çevresel felaketler sadece yerel veya ulusal düzeyde etkili olmamakta, küresel bir tehdit haline gelmektedir. Karbon salınımının en fazla olduğu bölgeler, dünyanın diğer köylerinde yaşamı tehdit eden kuraklıklar, sel felaketleri, gıda krizleri, ekosistem tahribatları ve çevresel göçlere yol açmaktadır. Bu süreç, yalnızca çevresel değil, aynı zamanda sosyoekonomik ve politik boyutları da şekillendirmektedir. Karbon salınımı yapan ülkelerin çevresel zararları, başka ülkelerdeki insanlar için doğrudan bir tehdit oluşturmakta ve bu durum küresel eşitsizliği daha da artırmaktadır. Örneğin, gelişmiş ülkeler sanayileşme sürecinde çevreyi daha fazla kirletirken, gelişmekte olan ülkeler bu kirliliğin etkilerini daha şiddetli bir şekilde hissetmektedir. Bu dengesizlik, sadece çevresel bir sorundan ibaret kalmayıp aynı zamanda adaletsizlik ve eşitsizlik gibi sosyal sorunları da derinleştirmektedir. Başka bir örnek olarak, deniz seviyelerinin yükselmesi, kıyı bölgelerinde yerleşik olan milyonlarca insanın yaşam alanlarını tehdit etmektedir. Ayrıca, aşırı hava olaylarının artışı, tropikal bölgelerdeki tarım alanlarını tahrip etmekte, gıda üretimini tehdit etmekte ve dolayısıyla yoksul halkların yaşamını daha da zorlaştırmaktadır. Kuraklıklar, su kaynaklarının tükenmesi ve tarımsal verimliliğin düşmesi, birçok bölgede gıda krizlerine yol açmakta ve bu da ekolojik göçlere neden olmaktadır. Bu göçler, sadece çevresel değil, aynı zamanda sosyopolitik sorunları da beraberinde getirmekte, dünya genelinde büyük bir insani kriz yaratmaktadır. Bu bağlamda, küresel ısınma ve çevresel felaketler, sadece çevreyi değil, insan hakları, adalet ve eşitlik anlayışlarını da etkilemektedir. Yüksek karbon emisyonları ve çevresel tahribatlar, en az kaynaklara sahip ve en savunmasız durumda olan halkları daha fazla etkilerken, bu durum küresel eşitsizlikleri derinleştirmekte ve çevresel adaletin sağlanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Küresel ısınmanın neden olduğu felaketler, dünya çapında milyonlarca insanın yaşamını tehdit ederken, bu sorunları çözmek için uluslararası iş birliğini ve ortak çabayı gerektirmektedir. Bu da iklim değişikliğinin sadece bir çevresel mesele değil, aynı zamanda küresel bir dayanışma ve sorumluluk gerektiren bir insan hakları sorunu olduğunu göstermektedir. İklim değişikliği bağlamında oluşan eşitsizlikler, kozmopolitan egemenliğin önemli bir dayanağını oluşturur. Çünkü küresel çapta bir sorunla karşı karşıya kaldığımızda, bu sorunun çözümü yalnızca etkilenen ülkelerin değil, tüm insanlık adına bir sorumluluktur. Bu çalışma, çevresel eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ve küresel ortak sorumluluğun kabul edilmesi gereğini temel bir adalet ilkesi olarak savunmaktadır. Küresel felaketlerin, sadece bir ülkenin değil, tüm dünya toplumunun sorunu haline geldiğini ve bu sorunlarla mücadele etmenin, yalnızca ulusal çıkarlarla değil, evrensel değerlerle ilgili bir mesele olduğunu önermektedir. Benzer şekilde, pandemiler, doğal felaketler ve mülteci krizleri gibi küresel sorunlar da ulus-devletlerin sınırlarını aşarak küresel bir boyut kazanmıştır. Bir pandemi, yalnızca bir ülkede ortaya çıkmadığı gibi, sınırların ötesine geçerek bütün bir dünyayı etkileyebilir. Covid-19 pandemisi, bu gerçeği en açık şekilde gözler önüne sermiştir. Çin'de başlayan bir salgın, kısa sürede tüm dünyayı sarmış, insanlar arasındaki sosyal, ekonomik ve kültürel bağları etkilemiş, uluslararası seyahatleri ve ticareti sekteye uğratmıştır. Bu tür küresel sağlık krizleri, sadece bir ülkenin ya da bölgenin sorunu olamayacağı gibi sağlık hizmetleri ve dünya ekonomisi üzerinde doğrudan etkilere yol açmasından ötürü uluslararası iş birliğine, dayanışmaya ve birlikte çözüm üretme zorunluluğuna mecburiyet yaratmaktadır. Bu bağlamda, kozmopolitan egemenlik anlayışının benimsenmesi, bu sorunların sadece bölgesel değil, küresel bir sorumluluk olarak kabul edilmesini gerektirir. Küresel sorunlarla başa çıkabilmek için, ulusal sınırların ötesine geçerek ortak bir yaklaşım geliştirmek gereklidir. Küresel sorumluluk anlayışı, her bireyin ulusal sınırları aşan bir topluluğun parçası olarak bu küresel sorunlarla mücadeleye katılması gerektiğini savunur. Ulusal devletlerin, egemenlik alanları içinde hareket etmeleri ne kadar gelenekselleşmiş olsa da küresel sorunlar karşısında uluslararası iş birliği ve koordinasyon da bir o kadar önemli görülmelidir. Yine başka bir örnek olarak, mülteci krizi, savaşlar ve etnik temizlikler gibi durumlar, sadece etkilenen ülkeleri değil, etrafındaki diğer devletleri de doğrudan etkileyebilir. Milyonlarca insanın göç etmesi, yeni toplumsal yapılar oluştururken bu bireylerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için uluslararası yardımlar ve çözümler geliştirilmesi gerekir. İnsanların yaşam hakkı, güvenlikleri, barınma ihtiyaçları gibi temel hakları, tüm ulusların ortak sorumluluğu olmalıdır. Mültecilerin, savaşlardan, iç savaşlardan veya rejim değişikliklerinden kaçan kişilerin karşılaştıkları hak ihlalleri, yalnızca bulundukları ülkenin sorunu değil, çatı olarak aynı medeniyete sahip olan tüm insanlığın küresel bir meselesidir. Mevcut tanımıyla egemenlik kavramının yetersiz olmasının nedeni, bunun ulus-devletler üzerine kurulu jeopolitik bir anlayışa dayanmasıdır. Bunun yerine, egemenlik, kozmopolitan bir ahlaka dayalı olarak ve tüm bireylerin küresel ve çevresel bir toplumun parçası olarak hareket etmelerini gerektiren bir dizi ilkeye sahip bir güç perspektifiyle hem faydacı hem de deontolojik bir yaklaşım çerçevesinde tanımlanmalıdır. Ulusal egemenlik kavramı, çelişkili bir yapıya sahiptir. Bu durum, iki düzeyli bir problemdir: Birincisi ideal bir düzeyde, ikincisi ise pratikte karşımıza çıkmaktadır. Pratik düzeyde ise bu kavram eleştirilmeye muhtaçtır çünkü çıkarların eşit şekilde dikkate alınması gereğine ters düşmektedir. Bu bağlamda ilk olarak, kurumsallaşma gereklidir. Gücün yaratabileceği baskılar konusunda duyulan kaygıya odaklanmak gerekir ve eleştirel bir zihnin inşa edilmesi gereklidir. Güvenli bir kozmopolitan kurumsallaşma sağlamak, yani yozlaşma riskini azaltmak için eleştirel bir kamusal alanın gerektiğini savunmak gerekir. Bununla birlikte, kurumsallaşma söz konusu olacaksa, bu kurumların davranışlarını bütünsel bir şekilde inceleyecek bir düşünce yapısının da inşa edilmesi önem arz etmektedir. Çünkü, eğer kozmopolitan ahlak eleştirel bir zihnin oluşmadığı bir temele dayandırılırsa, baskı kaynağına dönüşebilir. Bu nedenle eleştirel bir zihne ihtiyaç vardır, aksi takdirde kozmopolitanizmden partikülarizme doğru bir kayma yaşanması olasıdır. Sonuç olarak, küresel sorunlarla mücadele etmek, sadece devletlerin egemenlik haklarını göz önünde bulundurmakla kalmayıp daha geniş bir insani perspektiften hareket etmeyi gerektirir. İnsan hakları, eşitlik ve çevre koruma gibi evrensel ilkeler, sadece ulusal değil, küresel bir sorumluluk barındırmaktadır. Dolayısıyla, her birey ve her devlet, bu sorumluluğa sahip olmalı ve ortak küresel hedefler doğrultusunda hareket etmelidir. Kozmopolitan egemenlik, ulus-devletlerin egemenlik sınırlarını aşarak, tüm dünya toplumunu kapsamaktadır. Bu yaklaşım, küresel sorunların çözülmesi için yeni bir normatif anlayış, yeni bir değerler sistemi, ahlaki uzlaşı hali ve uluslararası dayanışma gerektirir. İnsan hakları ihlalleri, çevresel felaketler, pandemiler ve mülteci krizleri gibi küresel sorunlar, yalnızca ulus-devletlerin iç meseleleri değil, dünya çapında bir sorumluluk olarak kabul edilmelidir. Bu sorumluluğu üstlenmek, adaletin ve eşitliğin sağlanmasında önemli bir adımdır. Bu çalışma kozmopolitan egemenliği, sadece bir ahlaki yansıma değil, aynı zamanda insanların haklarını savunmak, çevreyi korumak ve küresel barışı tesis etmek için hayata geçirilmesi gereken bir acil ihtiyaç olarak savunmaktadır. Uluslararası iş birliği ve dayanışma, bu dönüşümün başarısı için temel faktörlerdir. Gelecekte, egemenlik anlayışının yeniden şekillendirildiği, eşitlik ve dayanışmanın temel alındığı bir dönemi işaret etmek için çeşitli siyasi kurumlar inşa edilmelidir.
Özet (Çeviri)
Human history is shaped by complex dynamics influenced by major transformations and divisions. These dynamics have continuously altered political, economic, and cultural structures, guiding the evolution of social organizations. Throughout history, humanity has formed various political and social units in response to changing needs, and these units have undergone transformations based on social, cultural, and moral developments. Tribes, religious communities, trade unions, political parties, and states represent historical examples of social groups, each with its own rules, structures, and definitions. To understand the concept of sovereignty, it is essential to explore its philosophical trajectory and evolution. Sovereignty is traditionally defined as the state's authority to exercise its will independently within its borders, free from external interference. However, globalization, social inequalities, environmental disasters, pandemics, and wars have necessitated a reevaluation of sovereignty. While modern states maintain their independence within national borders, these global challenges require increased international cooperation and collective solutions. Therefore, the concept of sovereignty must be reconsidered in light of current global conditions. From a global perspective, sovereignty is no longer confined to internal matters of states but has become a shared issue for individuals and the international community. This paper examines how sovereignty can be reinterpreted in a global context and its implications for social and political structures. It is based on the assumption that the traditional notion of sovereignty is inadequate and that new institutional and political approaches are required. Sovereignty, especially with the Peace of Westphalia and the revolutions of the 18th century, has been grounded in the nation-state system. Today, it emphasizes the right of states to maintain independence within their borders and to be protected from external interference. While this principle has underpinned nationalism and nation-state politics, global developments since the 20th century have shown that sovereignty cannot be limited to internal issues. The process of globalization, increasing international trade, the rapid flow of information, environmental crises, and human rights violations require a reassessment of state sovereignty. Many modern issues are transnational, prompting a shift towards international collaboration and a more collective, global approach to sovereignty. Cosmopolitan morality, which advocate for the universal rights and equality of all humans, should extend into political theory as cosmopolitan sovereignty. This idea moves beyond the sovereignty of nation-states, proposing a global political union centered on individual rights and freedoms. In this view, human rights violations should be seen as a global issue, not just a domestic one. This requires a sense of responsibility beyond national borders and emphasizes international solidarity. Today's global challenges, such as climate change, pandemics, armed conflicts, and poverty, cannot be addressed within the confines of nation-states alone. Cosmopolitan sovereignty suggests that solving such issues requires international cooperation, with states acting together based on shared values. The implementation of cosmopolitan sovereignty, however, is a difficult process, as it involves balancing national sovereignty with global justice and equality. States must adopt a collective approach to global issues while still safeguarding national interests. Human rights, as a fundamental aspect of cosmopolitan sovereignty, are not limited to the internal affairs of nation-states but are universal rights for all humanity. The protection of these rights is a global responsibility, as human rights violations have increasingly become a global issue. For example, environmental disasters, such as climate change, affect not only local or national populations but pose a global threat. The actions of countries emitting the most carbon affect vulnerable regions and exacerbate global inequalities. This environmental injustice calls for the need for environmental justice and the protection of human rights. Global problems, such as the refugee crisis, wars, and ethnic cleansing, also transcend national boundaries. These issues demand international cooperation and solidarity, as they affect entire regions or the global community. The Covid-19 pandemic, for instance, demonstrated how a health crisis could quickly spread across borders, affecting social, economic, and cultural connections globally. These challenges require collective action based on shared moral values, as they are no longer the sole concern of individual nations but of the entire international community. Cosmopolitan sovereignty thus challenges the traditional notion of sovereignty based on nation-states, advocating for a global perspective. It calls for a normative framework that transcends national borders, urging the international community to collaborate on global issues, including human rights, environmental protection, and global peace. Sovereignty, from this cosmopolitan standpoint, is not merely a theoretical concept but a practical responsibility that requires global cooperation. International solidarity and cooperation are essential for addressing global challenges and ensuring justice, equality, and sustainability. The inadequacy of the current definition of sovereignty arises from its reliance on a geopolitical understanding rooted in the concept of the nation-state. Instead, sovereignty should be defined through a perspective of power that is based on cosmopolitan morality and requires all individuals to act as part of a global and environmental community, encompassing a set of principles that draw from both utilitarian and deontological approaches. The concept of national sovereignty is inherently contradictory. This constitutes a two-level problem: one at the ideal level, and the other in practical terms. In practice, this concept needs to be criticized, as it contradicts the necessity for equal consideration of interests. In this context, institutionalization is essential. There is a need to focus on the concerns about the pressures that power can create and to build a critical mindset. It is necessary to argue for a critical public space in order to ensure secure cosmopolitan institutionalization and reduce the risk of corruption. Furthermore, if institutionalization is to occur, it is crucial to develop a framework of thought that examines the behavior of these institutions in a holistic manner. If cosmopolitan morality are grounded in a foundation that does not include a critical mindset, they could turn into a source of oppression. Therefore, a critical mindset is required; otherwise, there is a risk of a shift from cosmopolitanism to particularism. In conclusion, the fight against global problems requires moving beyond the traditional understanding of sovereignty and adopting a broader humanitarian perspective. The principles of human rights, equality, and environmental protection are global responsibilities. Therefore, every individual and state must contribute to this responsibility and act toward common global goals. Cosmopolitan sovereignty extends beyond national borders to encompass the entire global community. This approach necessitates a new normative framework, a shared ethical system, and international cooperation to address global crises. In this context, cosmopolitan sovereignty is not only a moral stance but also a practical necessity for safeguarding human rights, protecting the environment, and establishing global peace.
Benzer Tezler
- Uluslararası hukukta iklim değişikliğinin denizler üzerindeki etkileri
The effects of climate change on the seas in international law
UĞUR KAYNAKÇIOĞLU
- Hannah Arendt'in haklara sahip olma hakkı ve mülteci krizi
Hannah Arendt's right to have rights and the crisis of refugees
IRMAK KEPENEK
Yüksek Lisans
Türkçe
2021
HukukGalatasaray ÜniversitesiKamu Hukuku Ana Bilim Dalı
DOÇ. DR. BİRDEN GÜNGÖREN BULGAN
- Anadolu'da insan topluluklarının hareketleri, kültürel etkileşimi ve mekansal etkileri: Tarihsel bir okuma
The movement of human communities, cultural interaction and spatial impact in Anatolia: A reading through history
ATİLLA ŞAHLANOĞLU
Yüksek Lisans
Türkçe
2018
Şehircilik ve Bölge Planlamaİstanbul Teknik ÜniversitesiŞehir ve Bölge Planlama Ana Bilim Dalı
PROF. DR. GÜLDEN ERKUT
- Power and national identity in the formation of Islamabad and its capitol complex
İslamabad ve kapitol kompleksinin oluşumunda iktidar ve milli kimlik
SABOOHI SARSHAR
Yüksek Lisans
İngilizce
2016
MimarlıkOrta Doğu Teknik ÜniversitesiMimarlık Ana Bilim Dalı
DOÇ. DR. İNCİ BASA
PROF. DR. GÜVEN ARİF SARGIN
- Siyasal kuramda insan hakları ve yurttaşlık: Mültecilik olgusu
Human rights and citizenship in political theory: The refugee phenomenon
MÜGE ALAÇAM BÖCEK
Doktora
Türkçe
2021
Siyasal BilimlerAnkara ÜniversitesiSiyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı
PROF. DR. FİLİZ ZABCI