Milletlerarası ticari tahkimde delillerin değerlendirilmesi
Başlık çevirisi mevcut değil.
- Tez No: 781124
- Danışmanlar: DOÇ. DR. İLHAN YILMAZ
- Tez Türü: Doktora
- Konular: Hukuk, Law
- Anahtar Kelimeler: Belirtilmemiş.
- Yıl: 2023
- Dil: Türkçe
- Üniversite: Galatasaray Üniversitesi
- Enstitü: Sosyal Bilimler Enstitüsü
- Ana Bilim Dalı: Özel Hukuk Ana Bilim Dalı
- Bilim Dalı: Belirtilmemiş.
- Sayfa Sayısı: 393
Özet
Milletlerarası ticari tahkimin, milletlerarası nitelik taşıyan ticari uyuşmazlıkların çözümü hususunda en çok tercih edilen yöntem olduğu uygulamada genel olarak kabul edilmektedir. Milletlererası ticari tahkimin bu popülerliği, sağladığı birçok fayda ile açıklanmaktadır. Literatürde, bu avantajlardan birinin taraf serbestisi ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan usuli esneklik olduğu ifade edilmektedir. Bu prensip sayesinde taraflar, uyuşmazlıklarının niteliklerine uyum sağlayabilecek özel bir yargılama yöntemi oluşturmak imkanına sahip olabilmektedir. Bu imkân, tahkime ilişkin düzenlemelerde delillerin toplanmasına ilişkin detaylı kurallara yer verilmemesi ve böylelikle taraflara ve hakemlere hareket alanı bırakılması ile sağlanmaktadır. Dolayısıyla bu usuli esnekliğin, milletlerarası ticari tahkim usulünde belirlilik pahasına elde edilen bir imkân olarak ortaya çıktığını değerlendirmekteyiz. Burada sözü edilen belirsizliğin derecesi, milletlerarası ticari tahkimde bir ispat hukukunun mevcut olup olmadığı sorusunun dahi sorulmasına vesile olabilecek seviyededir. Taraflara sağlanan usuli serbesti, bu belirsizliğin başlıca gerekçesi olarak ortaya çıkmaktadır. Milletlerarası ticari tahkim, yerel mahkemelerde detaylı ispat kurallarına tabi olacak şekilde gerçekleştirilen yargılamaların aksayan yönlerine bir tepki olarak gelişmiştir. Dolayısıyla, tahkim cemiyetindeki genel kanaat, taraf serbestisinin ve bununla birlikte gelen usuli esnekliğin tahkimin temel niteliklerinden olduğu yönündedir. Her ne kadar bu varsayım teorik olarak isabetli ise de; başka bir ifadeyle, taraflar aslında aralarındaki uyuşmazlığın niteliklerine elverişli kurallar ortaya koymak imkanına sahip olsalar da, arzulanan bu hareket tarzının uygulamada ekseriyetle gerçekleşmediği gözlemlenmektedir. Uygulamada taraflar, aralarındaki ticari bir sözleşmeyi müzakere ederken, kötü senaryoların gerçekleşmesi halinde neler olacağı konusunda detaylı müzakereler yapmaktan kaçınmaktadirlar. Hatta, uygulama tecrübelerimize göre, taraf hukuki danışmanlarının gelecekte söz konusu olabilecek varsayımsal uyuşmazlıklara dair hususlardan bahsetmesi halinde dahi taraflarca genellikle bu menfi düşüncelerin gündeme getirilmemesi gerektiği istikametinde bir tavır takınılmaktadır. Böylece, muhtemel uyuşmazlıklar halinde başvurulacak tahkim yargılamasında nasıl bir usul izleneceği konusu açıkta kalmaktadır. Sonuç olarak, taraflar arasında meydana gelebilecek uyuşmazlıkların nasıl çözümleneceğine ilişkin hükümler, başka bir ifadeyle“uyuşmazlıkların çözümü”hükümleri müzakerelerin en sonuna bırakılmakta ve birkaç cümle ile geçiştirilmektedir. Taraflar arasındaki ilişki hakikaten gerildiğinde ve artık uyuşmazlık kaçınılmaz bir noktaya geldiğinde ise tarafların söz konusu uyuşmazlık hakkında delillerin nasıl toplanacağına ilişkin olarak mutabakata varması artık daha da cılız bir olasılık olarak ortaya çıkmaktadır. Böyle bir durumda, taraflardan birinin delillerin toplanması usulüne ilişkin olarak yapacağı öneriler, diğer tarafça şüphe ile karşılanacaktır. Şüphe ve husumetin hâkim olduğu bir ortamda, yargılama usulüne dair verimli müzakerelerin yapılabilmesini beklemek ise çoğu zaman gerçekçi olmayacaktır. Sonuç olarak, her ne kadar taraflar tahkim yargılamasında delillerin toplanması yöntemine ilişkin olarak anlaşma yapmak hususunda oldukça geniş bir hareket alanına sahip olsalar da pratikte genellikle bu yetkilerini kullanamamaktadırlar. Uygulamada taraflar kendi kural koyma yetkilerini etkili bir şekilde kullanamadıklarından, uyuşmazlığın çözümünde belirleyici olan bu önemli yetki hakemlere devredilmektedir. Dolayısıyla, taraf serbestisinin, uygulamada hakem serbestisine dönüştüğünü söylemek kanaatimizce yanlış bır değerlendirme olmayacaktır. Hakem heyetleri göreve atandıktan sonra, delillerin toplanmasına ve değerlendirilmesine ilişkin, tahkim kanunlarınin ve/veya kurallarınin genel olarak sessiz kaldığı birçok konuda karar tesis etmek durumunda kalmaktadır. Her ne kadar hakemler, tahkim camiasında etkin ve yol gösterici olarak kabul edilen IBA Kuralları, Prag Kuralları gibi bazı bağlayıcı olmayan kuralların rehberliğinde hareket etmek imkanına sahip olsalar da, sonuç itibariyle kendileri değerlendirmede bulunmak ve kendi değerlendirmelerine göre bir karar tesis etmek durumda kalmaktadırlar. Yukarıda sözü edilen bağlayıcı olmayan kurallar, şüphesiz ki delillerin toplanmasına ilişkin olarak hakem heyetlerine belirli bir ölçüde yardımcı olabilmektedir. Ancak, bu kuralların hakem heyetleri tarafından gözü kapalı şekilde takip edilebilecek uygulanabilir rehberler niteliği taşıdıklarını da söylemek mümkün değildir. Söz konusu kurallara yakından bakıldığında, bunların da birçok hususu hakem heyetlerinin takdir yetkisine bırakmakta oldukları görülmektedir. Elbette ki milletlerarası ticari tahkimde delillerin toplanmasına ilişkin olarak verilecek her türlü karar, bu kurallar bulunmasa dahi zaten hakem heyetlerinin takdir yetkisi içinde bulunmaktadır. Dolayısıyla, hakem heyetlerinin uygun gördükleri şekilde karar tesis etmeleri istikametinde kaleme alınmış olan bu düzenlemeler, takdir yetkisinin nasıl kullanılacağına ilişkin genel bir yönlendirmeden öteye gitmemektedir. Bu nedenlerle, taraflar bu bağlayıcı olmayan kuralların uygulanacağı konusunda anlaşmaya varmış olsalar dahi delillerin toplanmasına ve değerlendirilmesine ilişkin yetkinin yine hakemlerin takdirine bırakıldığı gerçeği değişmemektedir. Bu çalışma, milletlerarası ticari tahkimde delillere ilişkin olarak uygulanabilir olan normatif ve bağlayıcı olmayan hukuk kurallarını incelemek suretiyle tümevarımsal bir yaklaşımla meseleyi ele almaktadır. Çalışmamızda öncelikle milletlerarası ticari tahkimde ispat hukuku olarak nitelendirilebilecek bir kurallar bütünün mevcut olup olmadığı konusu ele alınmaktadır. Milletlerarası ticari tahkimde ispat hukukunun mevcut olduğu; ancak içeriğinin daha ziyade genel prensiplerden teşekkül ettiği tespit edilmektedir. Bu kuralların normatif değer taşıdığı da tespit edildikten sonra, bu genel prensiplerin milletlerarası ticari tahkimde kullanılan delil türleri özelinde nasıl ve ne derecede somutlaştırıldığı incelenmektedir. Her ne kadar bu prensiplerin somutlaştırılma derecesi delil türlerine göre farklılık arz etmekte ise de, genel bir karakteristik olarak hakem heyetlerine oldukça geniş bir takdir yetkisi bırakıldığı tespit edilmektedir. Belge ibrazı, tanık ifadesinin sunulması, bilirkişi ifadesine başvurulması, keşif yöntemine başvurulması ve evvelce verilmiş olabilecek hakem kararının kesin hüküm etkisinin boyutları konularında hakem heyetlerinin geniş bir hareket serbestisine sahip olduğu sonuçlarına varılmaktadır. Sonrasında ise delillerin kabul edilebilirliği ve değerlendirilmesine ilişkin kurallar incelenmekte ve milletlerarası ticari tahkimde delillere ilişkin diğer konularda olduğu gibi bu konuda da hakem heyetlerinin oldukça geniş bir takdir yetkisine sahip olduğu, hatta delillerin değerlendirilmesine dair takdir yetkisinin görece daha geniş olduğu tespit edilmektedir. Sözü geçen bu konularda kullanılan takdir yetkisinin denetlenmesi zor olduğundan, hakem heyetlerinin delillere ilişkin konulardaki kararlarının yargısal denetimin kapsama alanından çıktıkları görülmektedir. Bu durum ise, milletlerarası ticari tahkim yargılamasında delillere ilişkin halihazırda gri olan meselelerin daha da bulanık bir hale gelmesine vesile olmaktadır. Gerçekten de görünürde yargılama sırasında rol oynayan bir delile hakem heyeti tarafından ne kadar itibar edildiğini tespit etmek pek de mümkün değildir. Son tahlilde, her ne kadar hakem heyetlerinin takdir yetkisinin sınırları adil yargılama ve hukuki dinlenilme prensipleri ile garantilenmeye çalışılsa da, sözü geçen prensipler genel nitelik taşıdığından bu takdir yetkisinin sınırlarının yine de bir bakıma belirsizlik taşıdığı görülmektedir. Bir diğer husus da, hakem heyetlerinin, tahkim yargılaması sırasında delillerin toplanmasına ilişkin kararlarını verirken genellikle taraflarca uygulanan baskıya maruz kalmalarıdır. Taraflar, yargılamanın kanun, usul ve kurallara uygun şekilde yürütülmesinden ziyade, somut yargılamanın galibi olmakla ilgilenmektedir. Bu anlamda delillere ilişkin talebinin reddedilmesi ihtimali bulunan taraf, ekseriyetle hakem heyetinin bu tercihinin, böyle bir durum söz konusu olmasa dahi, adil yargılanma prensibini ihlal edeceğinden söz edecektir. İşte hakem heyetlerinin, bu koşullar çerçevesinde adil yargılama ve etkin yargılama arasındaki dengeyi kurması ve delillere ilişkin konularda uygun kararlar tesis etmesi gerekmektedir. Hakemler usulün etkinliğe ağırlık verip tarafların iddia ve savunmalarını sunmalarını ikinci plana attığı takdirde, bu tutum başlı başına hukuken doğru kararlar verilmesine engel teşkil etmeyebilir. Bununla beraber, bu bahsedilen durum yargılamaya katılanların temel usuli güvencelerini ihlal etmiş olacak, hatta tahkim yargılamasının keyfi ve gelişigüzel bir karar verme mekanizmasına dönüşmesine neden olabilecektir. Tersi bir yaklaşım tercih edildiğinde ise, yani her ne pahasına olursa olsun maddi gerçeğin aydınlığa çıkarılması birinci öncelik olarak alındığında ve usul ekonomisi geri plana atıldığında, bu defa makullük sınırını ziyadesiyle aşacak şekilde masraflı ve uzun süreli yargılamalar söz konusu olacaktır. Delillerin toplanmasına ve değerlendirilmesine ilişkin hakemlerin başvurabileceği rehberlerin kapsamının da sınırlı olduğu dikkate alındığında, bu dengeyi kurmanın kolay bir görev teşkil etmediği kolaylıkla anlaşılmaktadır. Bu nedenle, hakem heyetlerinin delillere ilişkin konularda karar tesis ederken daha ziyade güvenli olan yolu tercih ederek adil yargılama prensibinin ihlal edildiği iddialarına, yargılamanın etkinliği pahasına olsa da, üstünlük tanımaları oldukça anlaşılabilir bir hareket tarzı olarak görülmektedir. İlaveten, milletlerarası ticari tahkim yargılamalarının gizlilik niteliği de buradaki sorunu derinleştirmektedir. Gizlilik prensibinin bir sonucu olarak, milletlerarası ticari tahkim yargılamalarına ilişkin olarak ulaşılabilir bilgiler genellikle münferit tahkim yargılamalarına ilişkin olarak anlatılan anektotlardan öteye gidememektedir. Hakem heyetleri, diğer hakemlerin benzeri meselelerde nasıl hareket etmiş olduklarına ilişkin bilgilere ulaşmak konusunda yeterli veriye sahip olamamaktadır. Sonuç olarak, bu anlatılanlar ışığında tahkim yargılamasının kural koyucuları hakem heyetleri olduğundan, tahkim yargılamalarının ne derece doğru ve etkin işleyeceği, hakem heyetlerinin kanun, usul ve kurallara hakim ve tecrübeli olmalarıyla paralellik göstermektedir. Doğru ve etkin bir tahkim yargılamasını sadece tecrübeli hakemlerin insiyatifine dayandırmak ise tahkim yargılaması usulünün 'belirliliğini azaltmaktadır. Bu durum karşısında hakemlerin bu denli serbestiye sahip olmalarının isabetli olmadığını ve tahkim yargılamalarına uygulanabilir olan kuralların daha detaylı olacak şekilde revize edilmesinin gerektiğini iddia etmek cazip gelebilir. Nitekim bu şekilde bir değişim yaşanması gerektiğini ileri sürenler de bulunmaktadır. Son tahlilde iyi bir sistem, katılımcılarının ne kadar nitelikli (veya niteliksiz) olmalarından bağımsız şekilde iyi işleyebilir nitelikte olmalıdır. Bunun için detaylı usul kurallarını çare olarak gören bir argümanın da tahkimin tarihsel gelişimi ile çelişeceği ve bu nedenle milletlerarası tahkim cemiyeti tarafından kabul görmeyeceği ortadadır. Keza, madalyonun diğer tarafından bakıldığında, münferit uyuşmazlığın niteliklerine uygun olmayan detaylı usuli kuralların nitelikli ve tecrübeli hakem heyetlerinin, söz konusu uyuşmazlığın çözümüne uyacak kurallar ortaya koymasına engel olacağı ve bu şekilde hakem heyetlerinin elinin kolunun bağlanmış olabileceği de ileri sürülebilir. Her ne kadar bu karşı argümanların da aynı derecede haklı olduğu savunulabilirse de, bu argümanlar milletlerarası ticari tahkim yargılamasında belirliliğin sağlanması gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısıyla bu durum, belirliliğin sağlanabilmesi için alternatif yöntemlere başvurulmasının isabetli olabileceğini göstermektedir. Hakikaten, belirliliği sağlamanın tek yönteminin biz Kara Avrupası hukuk sisteminde yer alan hukuk uygulamacılarının alışkın olduğu gibi detaylı kurallar manzumesi olduğunu varsaymak bir yanılgı olacaktır. Anglo-Sakson hukuk sistemine tabi ülkelerde birçok hukuk dalında bu şekilde detaylı bir kurallar manzumesi bulunmamaktadır ve bu sebeple de bu hukuk sistemlerinin belirlilikten yoksun olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Özellikle Anglo-Sakson hukukunda belirlilik içtihatlarla sağlanmaktadır. Şayet aynı mantık milletlerarası ticari tahkim yargılamaları için uygulanacak olursa, belirliliğin sağlanması gayesine ulaşmakta, tahkim yargılamalarına ilişkin bilgilerin daha ulaşılabilir hale getirilmesinin yardımcı olabileceği anlamına gelecektir. Son yıllarda bu yöntemin sağlayacağı faydaları fark eden bazı girişimlerin de bulunduğu gözlemlenmektedir. Her ne kadar hakem heyetleri, diğer hakem heyetlerinin vermiş oldukları kararlara uymak gibi bir yükümlülük altında bulunmasalar da, belirli bir konuda istikrarlı şekilde aynı yönde kararlar tesis edildiğini görme imkanına sahip olmanın, hakem heyetleri için değerli bir rehber teşkil edeceğine kuşku yoktur. Hakem heyetlerinin ve tarafların elindeki bilgi havuzu genişledikçe, milletlerarası ticari tahkimde delillere ilişkin gri alanların zamanla azalacağı ortadadır. Böylelikle tahkim yargılaması usulünün temel değerlerine zarar vermeksizin, daha fazla belirliliğin elde edilmesi mümkün olacaktır. Usuli esnekliğin, usuli belirlilik üzerinde yarattığı belirsizliği bu şekilde azaltmak, milletlerarası ticari tahkimin gelişmesine oldukça önemli katkılar sağlayacaktır.
Özet (Çeviri)
It is nowadays generally accepted that international commercial arbitration is the most popular method of resolving international disputes between commercial parties. This popularity is the cumulative result of many advantages that international commercial arbitration offers to the parties. It is suggested in the literature that one of these advantages is the freedom of parties and the resulting procedural flexibility. In virtue of this principle, the parties have the opportunity to establish a specific method of adjudication adapted to the nature of their dispute. This opportunity is provided by the fact that the arbitration regulations do not include detailed rules on the collection of evidence, thus leaving the parties and the arbitrators' range of motion. Therefore, we consider that this procedural flexibility has emerged as a possibility obtained at the expense of certainty in international commercial arbitration proceedings. This uncertainty is to such an extent that it also warrants the question as to whether there is an applicable law to take evidence in international commercial arbitration proceedings. Such procedural flexibility afforded to the parties, however, comes at a price of uncertainty with respect to arbitral procedure. International commercial arbitration developed as a reaction to the failings of proceedings in domestic courts, which were subject to detailed rules of evidence. Thus, the consensus in the arbitration community is that party freedom and the procedural flexibility that comes with it are fundamental attributes of arbitration. Although this presumption is theoretically correct; in other words, the parties are indeed able to craft such a procedure that would perfectly fit for adjudication of their disputes, mostly it does not reflect the practical reality. In practice, when parties are negotiating the terms of an agreement to govern their business relationship, they generally tend to avoid discussions as to what will happen if things go wrong. As a matter of fact, according to our practice experiences, when one of the parties' legal counsel tries to address such hypothetical scenarios, the parties generally prefer to suppress such“negative thoughts”and refuse to make in-depth discussions as to how a possible dispute is to be handled. Hereby, this leaves open the question of the procedure to be followed in arbitration proceedings in case of potential disputes. As a result, the provisions on how to resolve disputes that may arise between the parties, in other words, the“dispute resolution”provisions, are left to the very end of the negotiations and passed over in a few sentences. When the relationship between the parties becomes truly strained and a dispute comes to an unavoidable stage, it becomes even less likely that the parties will agree on how to gather evidence on the dispute in question. In a such situation, any suggestions made by one party regarding the procedure for the taking of evidence will be viewed with suspicion by the other party. In an environment of suspicion and animosity, it is often unrealistic to expect productive negotiations to take place on procedural matters. As a result, although the parties have a wide range of motions to make agreements regarding the method of collecting evidence in arbitration proceedings, they are often unable to exercise this authority in practice. As the parties are not exercising their rule-making powers, this important task, which is decisive for the resolution of the dispute, shifts to the arbitrators. Therefore, in our opinion, it would not be a wrong assessment to say that the freedom of the parties has turned into the freedom of the arbitrator in practice. Once appointed, arbitrators have to decide on many issues with respect to the taking of evidence as rules applicable to arbitration are generally silent as to these matters. Although arbitrators have the opportunity to be guided by some non-binding rules, such as the IBA Rules and the Prague Rules, which are considered to be effective and instructive in the arbitration community, they are ultimately left to make their assessments and reach an award based on their judgment. The above-mentioned non-binding rules can undoubtedly assist arbitral tribunals to a certain extent with regard to the taking of evidence. However, it is not possible to say that these rules are enforceable guidelines that can be blindly followed by arbitral tribunals. A closer look at these rules reveals that they leave many issues to the discretion of the arbitral tribunals. Of course, any decision regarding the taking of evidence in international commercial arbitration is already within the discretion of the arbitral tribunals, even in the absence of these rules. Therefore, these provisions, which have been drafted to allow the arbitral tribunals to decide as they see fit, are no more than general guidance on how to exercise their discretion. For these reasons, even if the parties have agreed on the application of these non-binding rules, the fact remains that the collection and evaluation of evidence are still left to the discretion of the arbitral tribunals. This study takes an inductive approach by analyzing the normative and non-binding rules of law applicable to evidence in international commercial arbitration. Firstly, this study examines whether there is a body of rules that can be characterized as the law of evidence in international commercial arbitration. It is determined that there is a law of evidence in international commercial arbitration; however, its content is rather composed of general principles. After determining that these rules have normative value, it is examined how and to what extent these general principles are concretized in terms of the types of evidence used in international commercial arbitration. Although the degree of concretization of these principles varies according to the types of evidence, as a general characteristic, it is determined that arbitral tribunals are left with a very wide discretionary power. It is concluded that arbitral tribunals have a wide latitude of action with respect to the submission of documents, the presentation of witness testimony, the use of expert testimony, the use of discovery and the extent of the res judicata effect of a prior award. Subsequently, the rules on the admissibility and evaluation of evidence are analyzed and it is concluded that the arbitral tribunals have wide discretion in international commercial arbitration, as in other matters relating to evidence and even the discretion regarding the evaluation of evidence is relatively wider. Since it is difficult to review the discretionary power exercised in these matters, it is observed that the arbitral tribunals' decisions on evidentiary issues fall outside the scope of judicial review. This leads to a further blurring of the already grey evidentiary issues in international commercial arbitration proceedings. This is because it is not possible to determine the extent to which the arbitral tribunal has relied on evidence that ostensibly played a role during the proceedings. In the last instance, although the arbitrators' discretionary powers are limited by general principles such as due process and opportunity to be heard, the limits of such discretionary powers are, generally speaking, somewhat blurred as these are general principles. Another issue is that arbitral tribunals are often subject to pressure from the parties when making their decisions on the taking of evidence during the arbitral proceedings. The parties are more interested in being the winner of the concrete proceedings than in the proper conduct of the proceedings in accordance with the law, procedure and rules. In this sense, a party whose request for evidence is likely to be rejected will often argue that the arbitral tribunal's decision violates the principle of a fair trial, even if this is not the case. It is in these circumstances that arbitral tribunals must strike a balance between a fair trial and an efficient trial and make appropriate decisions on evidentiary issues. If arbitral tribunals emphasize procedural efficiency and defer to the parties' presentation of their claims and defences, this may not in itself constitute an obstacle to legally correct decisions. However, this would violate the fundamental procedural safeguards of the participants in the proceedings and may even lead to arbitration proceedings becoming a mechanism for arbitrary and haphazard decision-making. If the opposite approach is taken, in other words, if the priority is to uncover the material truth at all costs and the procedural economy is put on the back burner, this will result in costly and protracted proceedings that will far exceed the limits of reasonableness. Given the limited scope of the guidelines available to arbitrators on the collection and evaluation of evidence, striking this balance is not an easy task. Therefore, it is quite understandable that arbitral tribunals, when deciding on evidentiary issues, may prefer the safer route and give precedence to claims of breach of the principle of a fair trial, even at the expense of the efficiency of the proceedings. Additionally, the confidential nature of the international commercial arbitral proceedings also amplifies the problem. As a result of this principle, the available knowledge as to the practice of arbitration becomes limited to anecdotal stories as to what has happened in certain individual international commercial arbitration proceedings. The arbitrators do not have sufficient opportunity to know about how their colleagues have dealt with certain issues that may have similarities with the issues that they have been trying to solve. In conclusion, in light of the foregoing, since the arbitral tribunals are the rule-makers of arbitration proceedings, the extent to which arbitration proceedings will function correctly and efficiently depends on the experience of the arbitral tribunals and their knowledge of the law, procedure and rules. Basing a correct and efficient arbitration procedure solely on the initiative of experienced arbitrators reduces the 'certainty' of the arbitral procedure. In the face of this situation, it may be tempting to argue that it is inappropriate for arbitrators to have so much freedom and that the rules applicable to arbitral proceedings should be revised to be more detailed. Indeed, there are those who argue that such a change should take place. In the final analysis, a good system should be able to function well regardless of how qualified (or unqualified) its participants are. It is obvious that an argument that sees detailed procedural rules as a remedy for this would contradict the historical development of arbitration and therefore would not be accepted by the international arbitration community. Likewise, from the other side of the coin, it could be argued that detailed procedural rules that are not appropriate to the nature of the individual dispute would prevent qualified and experienced arbitral tribunals from formulating rules that are appropriate to the resolution of the dispute in question, and that the hands of arbitral tribunals may be tied in this way. Although it may be argued that these counter-arguments are equally justified, they do not negate the fact that certainty should be ensured in international commercial arbitration proceedings. Therefore, this suggests that it may be appropriate to resort to alternative methods to ensure certainty. Indeed, it would be a mistake to assume that the only way to achieve certainty is through a detailed set of rules, as we, as legal practitioners in the Continental European legal system, are accustomed to. In the countries subject to the Common Law system, many branches of law do not have such a detailed set of rules and therefore it is not possible to claim that these legal systems lack certainty. Especially in the common law, certainty is provided by case law. If the same logic were to be applied to international commercial arbitration proceedings, it would mean that making information on arbitration proceedings more accessible could help to achieve the goal of certainty. In recent years, there have been some initiatives recognizing the benefits of this approach. While arbitral tribunals are under no obligation to follow the decisions of other arbitral tribunals, having the opportunity to see that there is a consistent pattern of decisions on a particular issue would undoubtedly provide valuable guidance for arbitral tribunals. As the pool of information available to arbitral tribunals and the parties expands, it is obvious that the grey areas regarding evidence in international commercial arbitration will diminish over time. In this way, it will be possible to achieve greater certainty without undermining the fundamental values of the arbitral procedure. Reducing the uncertainty caused by procedural flexibility on procedural certainty in this way will contribute significantly to the development of international commercial arbitration.
Benzer Tezler
- Milletlerarası ticari tahkimde iddia ve savunmaların ileri sürülmesi, genişletilmesi ve değiştirilmesi
Assertion, supplement and amendment of claims and defenses in international commercial arbitration
GÜLDEN ALTUNSOY
Yüksek Lisans
Türkçe
2022
Hukukİhsan Doğramacı Bilkent ÜniversitesiHukuk Ana Bilim Dalı
YRD. DOÇ. DR. FATMA ASLI BAYATA CANYAŞ
- Milletlerarası 'ticari' tahkimde nihai karardan önce mahkemelerin yardım ve denetimi
The assistance and supervision of the courts before the final award in international commercial arbitration
BİLGEHAN YEŞİLOVA
- Milletlerarası ticarî tahkimde tarafların eşitliği ilkesinin Türk hukuku bakımından değerlendirilmesi
Assessment of the principle of the equality of the parties in international commercial arbitration in Turkish law
BÜŞRA ÖZCAN
Yüksek Lisans
Türkçe
2020
Hukukİhsan Doğramacı Bilkent ÜniversitesiÖzel Hukuk Ana Bilim Dalı
DOÇ. DR. FATMA ASLI BAYATA CANYAŞ
- Milletlerarası ticarî tahkimde karşı dava
Counterclaims in international commercial arbitration
ELİF AĞCA
Doktora
Türkçe
2021
HukukAnkara ÜniversitesiÖzel Hukuk (Uluslararası Özel Hukuk) Ana Bilim Dalı
PROF. DR. RİFAT ERTEN
- Milletlerarası ticari tahkimde usule ilişkin konularda irade serbestisi
Party autonomy in procedural issues in international commercial arbitration
İBRAHİM DOĞAN TAKAVUT